İletişim: dusuncedehlizi@gmail.com

1 Mayıs 2015

Aynada Aranan Adalet

Herkesin elinde bir adalet ibresi, herkesin elinde bir insanlık çizelgesi. Herkes kendince on numara; diğerleri ya birer sıfır, ya da bir kaç basamak aşağıda. Herkes topu birbirine atıyor; suça gelince kendimizi soyutluyoruz hemen. 'Şu partiyi destekleyen dinsizdir'; 'X partili isen kesin hırsızsın'; 'O partiye oy veren haindir' gibi tanımlamalar yakıştırıyoruz birbirimize. Aslında tanım değil hiç biri. Hepsi birer slogan. Hepsi birer damgalama. Hepsi birer baskı ! Hepsi birer önyargı, hem de basmakalıp olanından. Halbuki Cemil Meriç’in de dediği gibi, önyargı en büyük düşmanımız. En çok ihtiyaç duyduğumuz da diyalog, monolog takılmanın zıddı. İletişim kuramıyoruz, muhatabımızı iki cümlede çözüyor ve yapıştırıyoruz damgayı çünkü. Bir kıl, tüy bildiğimiz yok halbuki. Söz konusu olan yönetim ise; en büyük marifetimiz fanatik olmak. En büyük sahtekarlığımız da, kendi menfaatlerimiz adına muhaliflerimize necaset atarak kendimizi aklamaya çalışmak. Kimden mi bahsediyorum ? Ya senden, ya da senin parçan olan yakın çevrenden; baksana etrafına az biraz !
Kendimi bildim bileli sevemedim sloganları, klişeler üzerinden yapılan damgalamaları ve basmakalıp önyargıları. Sloganlar, cahil bırakılmış toplumlara sunulan güdüm azığıdır zira. Damgalamalar, psikolojik yönlendirmelerin en çok başvurulanlarındandır mesela. Önyargılar da, toplumu bölük-pörçük eden zihin fitnelerindendir. ‘Ezan okunur iken rakı içiyorum’ gibi bir cümle ile muarızlarını tahrik etmeye çalışan dingil ve ‘Mini etek giyen kadın fahişedir’ damgasını elinde tenasül uzvu gibi tutan denyo sloganların ürünüdür. Baskı altında olduğunu iddia ederek, bastırmaya çalıştırmaktır slogan kültürü. Ve bireye, kendisinin ne ‘mal’ olduğunu unutturacak kadar da harmoniktir slogandaki etki. Bilgisizliğin, cehaletin, ne dediğini bilmezliğin neticesi, tek çaresi ve silahıdır slogan kültürü. Büyük çoğunluğu müslüman olan bir ülkede, aynı şekilde büyük çoğunluğu müslüman olan bir kalabalığa ‘Kahrolsun şeriat’, daha açık anlamı ile ‘Kahrolsun İslam’ gibi laflar ettirecek delilikte ve sahtekarlıktadır slogandan beslenen zihniyet. 15 yıl öncesine kadar iktidarda bulunan partilere ve tiniyete muhalif olan ve icraatları tenkit edenlerin İran’a gönderilmesini telkin eden slogan kültürü, bugünün muhaliflerine ve iktidarın icraatlarını tenkit edenlere karşı da ‘İşinize gelmiyor ise, Fransa’ya ve benzeri ülkelere gidin’ dedirtmektedir. Hangi kitleden olduğunuz umrumda değil; beni ilgilendiren kurulan tezgah ve tezgahtan nemalananlar olmuştur hep. Slogan atan aynı toplum; sloganları belirleyen ise gücü elinde tutan(lar). Daha dün farklı fikirde olanları ülkeden ihraç etme hakkını kendinde bulanlar, bugün kendilerine atılan benzer sloganı bağnazlık, despotluk addediyorlar. Ve aynı dünde kendilerini ülkelerinden ihraç etmek isteyenlere ‘Bu ülke bizim de vatanımız’ diyenler, bugün muhaliflerine aynı şekilde mukabelede bulunmayı kendilerine hak görüyorlar. Adaletin tanımı, kişiden kişiye, iktidardan iktidara değişiyor ve göreceleştiriliyor adeta. Bize böyle bir paradoks yaşattığı için sevmiyorum, sevmedim ve asla sevemeyeceğim sloganları. Ve en önemlisi. Kutuplaşmaların ana tohumu sloganlar ile atılır. Yaşamıyor musun bunu, izlemiyor musun bu filmi ülkemizde yıllardır ?

Ne adına, neyin hesabına ötekileştiriyoruz diğerlerini ? Doğruluk, adalet gibi kavramları kullanarak dışlıyor, suçluyor ve hakir görüyoruz ötekileri. Hepimiz adalet istiyoruz (güya) değil mi ? Doğruluk istiyoruz, yöneticiler temiz olsun, tamahkâr olmasın istiyoruz değil mi ? Evet evet, hepsini istiyoruz, özellikle de adalet istiyoruz, katışıksız. Doğrudur, insanoğlu yaşayageldiği sürece adalet gibi kavramlara müstesna, apayrı bir değer vermiştir hep. Kendi algımızca, bizce adalet istiyoruz lakin. Beş altı satır öncesinde vurguladığım gibi, dehşet derecede göreceleştirdik adaleti. Adaletin tanımı söz konusu olduğunda ‘Neye göre, kime göre adalet’ gibi sorular ile karşılaşıyoruz. Nedir bu adalet ? Çok mu önemlidir ? İktisadi, ictimai, hukuki ve ahlaki boyutlarda da rol oynar mı ? Bu ve benzeri sorular geliyor insanın aklına behemehal, yoğunlukla kullanılan ve üzerinde durulan bir kavram bahis konusu olunca.

Evet, nedir bu adalet ?

Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre dört anlamı, tanımı var.
  • Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, türe.
  • Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme
  • Bu işi (adaleti) uygulayan, yerine getiren devlet kuruluşları
  • Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluk


Osmanlıca’da zulüm etmemek, herkese hakkını vermek ve layık olduğu muameleyi yapmak gibi tarifler mevcut. Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi isimli eserinde denkserlik, tüze şeklinde tanımlamış adaleti. Tüze kavramını da, ‘insanların birbirini sömürmemesi’ olarak izah etmiş. Ve  ‘Toplumsal bir olguyu doğru ve haklı görüp korumaya çalışma, sınıfsal açıya göre değişir’ diyerek çok önemli bir ayrıntıyı eklemiş. Adalet kavramının, kişiden kişiye değişebileceğini ortaya koyan bir tanım. İnsanın insanı sömürmemesi güzel bir tanım. Yasalarla sahip olunan hakların önü açık; yasaların neye göre ve kim tarafından dizayn edildiğine bakıyor olay. Hak ve hukukun sınıfsal açıya göre değişmesinin bir başka şekilde ifade edilişi, yasaların dizaynının insan tarafından ve salt aklı baz alarak yapılması. Genel anlamda; hakların, hak sahipleri tarafından kullanılması veya hak sahiplerine iade edilmesi gibi tariflerde birleşir tüm sözlükler. Kafamı kurcalayan sorular var bu noktada. Bizim haklarımızı ve sorumluluklarımızı kim belirliyor ? Bunu en iyi kim belirleyebilir ? Hak ve sorumluluklarımızı en iyi bilebilecek ve tayin edebilecek bizleri yoktan var eden değil midir ? Hak ve sorumluluklarımızı diğerlerinin hudutlarını, özgürlüklerini tahrip etmeden dizayn edebilecek yegâne hakimiyet sahibi Yaradan değil midir ?  Akıl melekemizin, son iki soruyu evetleyerek cevaplaması kaçınılmazdır. İster nefsimize hoş gelsin, ister nefsimizin hoşuna gitmesin; hakikat bu. Bu bağlamda İslam terminolojisine de başvurmak gerekiyor, adalet kavramına yüklenen anlamı yakalayabilmek için. Çeşitli tarifler getirilmiş. Doğruluk, doğru davranış. Dinen yapılması tehlikeli olan şeyden kaçınmakla beraber dosdoğru olmak. Dinen emrolunduğun gibi doğru olmak. Din ve akıl yönünün, heva ve şehvete üstünlüğü. Büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günahlar üzerinde ısrar etmemek. Haksızlığın zıddı. Zulmün zıddı. Bu ve benzeri tarifler, betimlemeler getirilmiş İslam terminolojisinde. Beni çok etkilediği gibi, tüm tarifleri açık bırakmayacak şekilde kısa bir cümlede toplayan bir betimleme var. ‘Adaletten murad, ALLAH(c.c)’ın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır’ diyen İmam Şafii’nin tarifi, en çok hoşuma giden. Her konuda; bireysel hak ve sorumluluklarımızda, sosyal yaşantımızda, sosyal paylaşımlarımızda, iletişimlerimizde, yönetimlerimizde; hepsinde her işimizi ALLAH(c.c)’ın emrine uygun şekilde yapmak evet. Adalet kavramının tanımının doruk noktası bu. Ne göreceli, ne de tevile açık. Tüm insanlığı; sınıf, ırk, makam, zenginlik, fakirlik gibi vasıflarından ötürü ayrıma tabi tutmaksızın kapsayacak kadar da sağlam bir tanım İmam Şafii’nin getirdiği.  Toparlayacak olursak; adalet, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini, insan-eşya ilişkilerini ve iktidar sahipleri ile insanların münasebetlerini ALLAH(c.c)’ın indirdiği hükümlere göre düzenlemektir.

Sözde veya samimi şekilde, adalet istiyoruz hepimiz. İstemek hakkımız mı ? Olamadığımızı, başkalarından istemek gibi bir hakkımız var mı ? Yöneticilerimiz uzaydan mı geldi ? Sen, ben, onlardan ibaret değil mi, devlet erklerinde oturan yöneticiler ? Biz ister iken, kendimize bakmıyoruz.

Kendimize dönüp bakmadığımız için de çok önemli bir realiteyi kaçırıyoruz...

Yeryüzüne gönderilen son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)’in asırlar önce ortaya koyduğu siyasi bir tespit, gerçek var. ‘Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz’ buyurmuş Hâtem-ül Enbiya Hz. Muhammed (s.a.v). Yaşadığımız bölgede iktidarı elinde tutan yöneticiler hırsız mı ? Biz de hırsısız demektir. İhaleye fesat mı karıştırıyorlar ? Biz de menfaatperestiz demektir. Zulüm mü ediyorlar ? Biz de zalimiz demektir. Biz ne isek, yöneticilerimiz de o; yöneticilerimiz ne ise, biz de o. Yönetici-teba(yönetilen, itaat eden, tabi olan) ikilisi, birbirinin aynası çünkü. Biz, bir çok konuda olduğu üzere; bize gönderilen Peygamber Efendimize bu konuda da kulak vermemişiz. Dejenere olmuşuz. Dünya metası ile kandırılmışız, dünyanın bir imtihan arenası olduğunu unutup kendimizi metaya kaptırmışız; kendimize dönüp bakmadan yöneticileri(mizi) suçluyoruz. Kendimizi düzeltmeye yanaşmamak ve yöneticilerin hırsızlıklarını, dolandırıcılıklarını, zulümlerini esas alarak suçlamaya devam etmek, aynadaki yansımamız ile kavga etmekten başka bir şey değildir!.. Aynadakini değil, kendini düzelteceksin. Böyle bir durum sonrasında, aynadakinin eli düzelmeye zaten mahkum, alternatifi yok; ya yok olacak, ya da düzelecek. Ülkemizdeki siyasetin kirlenmişliğinden konuşuyoruz sürekli. O siyaseti kirleten bizleriz. Bir ülkenin başarısı da, ayıbı da, tüm dünyayı hayrete düşürecek hamleleri de, yine o ülkenin insanının ürünüdür, sadece yöneticilerin değil.

Şöyle ki...

Fatih Sultan Mehmet değildir, İstanbul’u fetheden. Fatih Sultan Mehmet ve tebasından oluşan tek yürek, tek yumruk, yek bedendir İstanbul’un fatihi. Oryantalist yayınlar da olmak üzere bir çok tarih mecmuasında aktarılan bir hadise vardır, Fatih döneminde Osmanlı topraklarında yaşanan. Fazla detaya girmeden, yüzeysel bir şekilde aktarmaya çalışacağım. Osmanlı topraklarında yaşayan tebalardan biri, padişahın (Fatih Sultan Mehmet’in) kendisine haksızlık yaptığını düşünerek mahkemeye başvurur. Başvurulan mahkemede görevli Kadı, olayı inceledikten sonra, dava açılabilecek şartların yerine geldiğini tespit eder ve araştırmaya başlar. Ardından davacıyı (şikayetçi olan tebayı), davalı olan Fatih Sultan Mehmet’i huzura çağırır ve muhakemesini yaparak kararını açıklar. Fatih’in aleyhine, tebanın lehinedir, verdiği karar; adalet bunu gerektirmektedir zira. Fatih Sultan Mehmet, kararı olgunlukla karşılar ve kabul eder. Kadı, muhakemenin neticelenmesi sonrasında yanında duran topuzu eline alır ve Fatih’e dönerek ‘Eğer padişahlığına güvenip de verilen karara karşı çıksa idin, şu gördüğün topuz ile başını ezer, seni öldürürdüm’ der. Fatih gülümser sevinçle. Kılıcını kınından çekip kadıya göstererek ‘Şayet sen de benim padişahlığıma aldanıp farklı bir karar verse idin, ben de senin kafanı kılıcım ile koparırdım’ şeklinde mukabelede bulunur. Üç karakter, üç kahraman vardır bu olayda. Biri makamına güvenmeyen, sığınmayan ve adalet karşısında herkesin eşit muameleye tabi tutulması gerektiğini bilen, savunan Fatih Sultan Mehmet. Diğeri makamının hakkını veren, adalet söz konusu olduğunda üst-ast gibi ayrımları esas almayan, gerektiğinde padişaha dahi diz çöktürebilecek cesareti gösteren Kadı. Bir diğeri ise, bu olayın tarihe geçmesine vesile olan, hakkını meşru yollardan arayan, padişahı adalete şikayet edebilecek kadar yürekli olan teba. Böyle olayların tekerrür etmesi için, bu üçlünün sözünü ettiğimiz vasıflar ile donanmış olması şart. Kısaca; ‘adalet budalası’ olmaları, olmazsa olmazlardan. Hiçbiri topu diğerine atmıyor, üzerine düşeni yapıyor. Evet, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet değildir. İstanbul’u bu üçlü (kombinasyondan oluşan toplum) fethetmiştir. ‘Sen hangisi isen, üzerine düşen payı da ona göre al’ demeyeceğim. Sen hepsisin, sen her birisin !.. İddian varsa bir hastalığa dair, kendini tedavi etmelisin öncelikle. Sen nasılsan, seni yöneten de öyledir çünkü !.. Adil yöneticiler gökten inmeyecek. Adil yöneticileri yetiştirecek anneler nerede ? Adil yöneticilere doğduğu andan başlamak kaydıyla örnek olacak babalar nerede ? Adil yöneticileri yetiştirmeden, onları yetiştirecekleri yetiştirmemiz gerekiyor. İşimiz çok, afaki işlerle uğraştığımızdan dolayı da zamanımız yok !...
Daha öncesinden de çarpıcı ve bir o kadar da mantıklı bir yaşanmışlık, örnek var. Haccac, yaşadığı dönemde zulüm rüzgarları estirmiş biri olarak kaydedilmiş tarihe. Yaptığı zulmü tenkit edenlerden biri Haccac’ın yanına gelir ve Hz. Ömer’in adaletini gündeme getirerek nasihat eder. Haccac dinler. Dinler iken sadece Hz. Ömer’i anımsamaz, o dönemin insanlarını da hatırlar ve ‘Siz Ömer zamanındaki insanlar olsaydınız, hiç şüphesiz ben de Ömer olurdum’ der iç geçirerek. Tarihe adalet timsali olarak not düşülmüş bir isimdir Hz. Ömer. ‘Dicle kenarında bir kurt kuzuyu kapsa, ilahi adalet bunu Ömer’den sorar’ diyebilecek derecede üstlendiği görevin şuurunda olan karakter. Haccac’ın ve benzerlerinin zulmünü meşrulaştırmanın peşinde değilim kesinlikle; zulüm zulümdür. İşlenen suçun, yapılan zulmün pay sahiplerini netleştirmenin peşindeyim. O yüzden herkes üzerine düşeni yapmalı, beklenti hakkına sahip olabilmek için.

Hepimizi bağlayan, bizi adaleti sağlayacak bireylere dönüşmekten alıkoyan, etrafımızı örümcek ağı gibi sarmış bazı fiillerimiz var. Bu fiillerimiz adaleti zaafa uğratmak ile kalmıyor, kendimizi tedavi etmemizin önünde büyük bir engel teşkil ediyor. Gözlemlediğim kadarı ile altı ana başlıkta incelenebilecek türden, zikrettiğim engel fiiller.

  1. Bilgisizlik, Bilgi Kirliliği, Bilmediğini Bilmemek: Okumayı sevmiyoruz. Araştırmanın ne olduğuna dair en ufak bir fikrimiz yok. Kendimizi tanımlamak için seçtiğimiz terimlerin ne anlama geldiğini bilmiyoruz, boynumuza takıp etrafta caka satıyoruz. İman ettiğimizi söylüyoruz, iman etmiş gibi yaşamaya karşı çıkıyoruz. İnandığımız kitap ‘Oku’ diyor (yaygın olan rivayetlere göre, Kuran’ın ilk emri bu Ayet hatta), biz okumayı zaman kaybı görüyoruz, okuyana da ‘Onu okuma, bunu okuma’ diye parsel çekiyoruz. Konuşmaya gelince, aksine hiç susmuyoruz. Belirli ideolojileri kutsamak adına, inancımızın gereklerini öğrenmeye yanaşmıyoruz, yanaşana da ‘Çok derinlere dalma’ gibi laflar ediyoruz. Cahil bırakıldığımızın farkında değiliz. Bilmiyoruzluğumuzun en acı boyutu da, aslında hiçbir şey bilmediğimizi bilmiyor olmamız ve bunu bir türlü kabul edemememiz.
  2. Şahsi Kanaatlerimizi ve Aklımızı Putlaştırmak: Fikir sahibi olabiliriz, o konuda gereken bilgiyi almış ve tecrübelerimiz neticesinde birikim sahibi isek. Bilgisiz fikir olabilir mi ? Var işte arkadaşım, bizde fikir tornadosu var bilakis; beyin jimnastiği de ne imiş. Herhangi bir mesele ile karşılaştığımızda, duraksayıp ‘İslam bu konuda ne diyor, Yaradan bu husus ile alakalı bir şey bildirmiş mi, emretmiş mi veya yasaklamış mı ?’ gibi sorular sormuyoruz. Bu soruları sormayı bize unutturduklarını da bilmiyoruz. ‘Aklımız var sonuçta’ diyerek yola çıkıyor ve şahsi kanaatlerimizi putlaştırarak adaletin kaynağı sanıyoruz. Çok büyük bir yanlış içindeyiz halbuki; insan için adaletli olanı, insanı yaratandan daha iyi bildiğimiz evhamını yaşıyoruz, aklımızı putlaştırır iken. Akıl, insana, gönderilen vahyi anlayabilmesi ve tabi tutulacağı imtihanda seçme yetisini kullanabilmesi için verilmiştir. Bu anlamda; vahiy ışık, akıl da gözdür. Işığın olmadığı yerde, değil iki, oniki gözünüz de olsa, hiçbir şey göremezsiniz. Işık var, gözünüz yoksa, yine göremezsiniz; bu durumda insan akla sahip olmadığından dolayı mükellef değil zaten.
  3. Hevalarımızı İlah Edinmemiz: Heva kelimesi, nefsin şehvete ve kötü isteklere eğilimi, keyfe düşkünlüğü, insanı doğruluktan saptıran kötü duyguları gibi anlamlar taşıyor. Hevaları ilah edinmenin temelinde, ilahi tüm hükümleri reddetmek yatmaktadır. İnsan, kendini ilah görür ve her istediğini gerçekleştirmek ister. Toplumumuzda; mitoloji adı altında, Olimpos dağının çocuklarının edindiği tanrı isimlerini, müstear isim, rumuz ve künye gibi kullanma temayülü bundandır maalesef. Hevaya tabi olmak, insanı hidayetten uzaklaştırır ve zulmü meşru görmesini sağlar. Heva, insanda görülebilecek hayvani ihtiras ve şehvetleri bir kelimede toplayan terimdir son kertede.
  4. Sosyal Hastalıklar: Şahsi menfaat temini, birilerine yaranma duygusu, akrabalık asabiyeti, ırk asabiyeti, sosyal şizofreni, ideolojik tarafgirlik gibi durumlar adaleti zaafa uğratan cinayetlerdendir. Çevremize baktığımızda, güneşin doğma sebebinin kendisi olduğunu sanan bir çok sosyal şizofreni vakası ile karşılaşabileceğimizi söylemek mümkün maalesef. Güneşin kendisi için doğduğunu sanan patalojik vakanın, anomi hastalığına tutulması doğal bir neticedir. Saydığım ve diğer bir çok sosyal hastalıklar(ımız) adaleti değil uyarlamamıza, düşünmemize dahi engel olmaktadır.
  5. Kin, Kıskançlık, Hased, Adavet Gibi Duygular: Sosyal hastalıkların yaygın olduğu toplumlarda, kin, kıskançlık gibi duygular da çok yaygındır. Özellikle de kıskançlığın sebebi veya neticesi olan adavet, diğer bir adı ile düşmanlık duygusu. Adalete engel teşkil eden batınî duygularımızın anlaşılmasını sağlayacak güzel bir örnek verebiliriz. Herhangi bir şehrin, herhangi bir mahallesinde oturan bireyin yanına gelinir ve ‘Şu an bizden ne ister isen, istediğinin iki katını komşun da alacak veya yaşayacak’ denilir. Kıskançlık, hased, adavet gibi duyguların içinde yüzen birey biraz zaman vermelerini ve yarın gelmelerini söyler. Gece boyunca düşünür, kaşınır, zaman zaman da odadan odaya taşınır. Kararını vermiştir artık; kendisinin bir gözünün çıkarılmasını isteyecektir. Bu vesile ile komşusunun da iki gözü çıkarılacaktır. Duyamadım ? Abarttığım gibi bir şeyler mi söyledin şimdi sen ? Gözlerini aç ve kendine bak, yetmiyor ise etrafına bakın. Bizi anlatıyorum, bizi!..
  6. Farazi Entelektüellik, Aydınlık: Bitiyorum arkadaşım bu havalara. Dine küfretmeyi, her konuda, insanlığın ortak paydaları da dahil her konuda aykırı davranmayı marifet sayan ‘elit kepazeler’ güruhu. Bunlar hiç ölmeyeceklerini sanan, günahları yaygınlaştırmak için her bir organlarını –cinsiyet ayrımına karşıyım bu noktada- paçavraya çeviren solucan ve sürüngenler serisi. Aydın (geçinen) kesime gelince; kıyasıya modernizmi savunur iken, modernizm safsatasının gölgesinde yapılan zulümleri de aydınlığın bir parçası olarak göstermekten geri durmazlar. Aydınlığın imparatorluğunu kurmak için yapılan her hamle mübahtır, bunlara göre. Şahsi kanaatler tek hakikattir bu naylon aydınlar için. Adaleti göreceleştirme noktasında ayrı bir meziyet sahibi olduklarını inkar etmemiz mümkün değildir kesinlikle.
Bu tür hastalıklar ile boğuşuyoruz. Hastalıklarımızın farkındayız veya değiliz. Kendimizi tedavi etmeden, sorumluluktan sıyrılmak ve kendimizi vicdanen kurtarılmış bölgede hissedebilmek için tüm suçu yönetici takıma fırlatıyoruz. Bu çözüm değil kesinlikle. Bu şekilde hareket etmek bizi koyunlaştırır. Sorumluluk üstlenmek değil işaret ettiğim; bu sorumluluk bize zaten verilmiş, yaratılışımız gereği. Sorumluluğumuza sahip çıkalım ve tedaviye öncelikle kendi bünyemizden başlayalım. Kendimizi tedavi edelim; sonrasında da tedavi edilmiş bünyemiz ile de diğerlerini tedavi etmeye çalışalım. Kırmadan, incitmeden, hor görmeden, küçümsemeden ve ötekileştirmeden. Bizim, uzun bir süre cahil bırakılmış, kimliği unutturulmuş, türlü türlü asabiyetler ile beslenmiş, üzerinde hala oyunların kurulduğu bir toplum olduğumuzu unutmayalım. Önce kendimizi uyandıralım, sonra en yakınımızdakini; ardından da ulaşabildiklerimizi. Tıpkı ‘Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz’ esasını ortaya koyan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) toplumu iyileştirme işini icra ettiği gibi!..

Yeryüzünde adaletin gerçekleşmesine engel olmak, azabı elim olan bir fısktır. Kendimizi düzeltmediğimiz sürece, yeryüzündeki adaletsizlikte payidar olduğumuzu unutmayalım katiyyen. ‘Olimpos dağının çocukları, Hira dağının çocuklarını asla kabul etmeyecektir ‘ diyor kendi insanını, yaşadığı toplumu ve dünyayı çok iyi okuyabilen Cemil Meriç. Mekke sokaklarında dolaşan Olimpos dağının çocukları, Peygamberimize risaleti öncesi ve sonrasında ‘El-Emin’ sıfatını yakıştırıyor ve güvenirliliğini itiraf ediyorlardı. Buna rağmen, getirdiği ilahi düzeni reddediyor ve kabul etmiyorlardı. Onlara göre adalet; onların üstünlüğünü ve zenginliğini sağlayan, besleyen sisteme göre dizayn edilmiş adaletti çünkü. O dönemin meclisinde, kendi hevalarına göre oluşturdukları kanunları, kuralları reddetmek zorunda idiler, Peygamberimizin getirdiği dini, yaşam stilini kabul etmeleri için. Olimpos dağının o günkü çocukları, kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı; bugünkü çocukları ise kadını meta olarak kullanıyor, reklamlarda promosyon amaçlı çıplaklaştırılan kadınlar gibi mesela. Zulmü tercih edip adaleti ellerinin tersi ile iter iken Allah’ın Rasulünü türlü türlü iftiralar ile yıldırma yoluna başvurdu Mekke sokaklarında yaşayan Olimpos dağının çocukları. Bugün, ya Olimpos dağının çocukları olacağız, ya da Hira dağının evlatları; ortası yok bunun. Hira dağının evlatları olursak, tedavi olabileceğimiz kesin. Hira dağının evlatları olmamıza rağmen, Hira dağının eteklerinde Olimpos dağının çocuklarına şirin görünmeye çalışırsak, kaybedenlerden oluruz; zelil bir şekilde üstelik. Hira dağının çocukları isek; dosdoğru olacağız, Hira dağına inen vahye ‘İşittik ve itaat ettik’ diyerek teslimiyet göstereceğiz; hem ikrarımız, hem de icraatlarımız ile. Bunu yapamıyor isek, Olimpos dağının çocuklarıyız demektir. İstediğimiz kadar iddia edelim Hira dağının evlatları olduğumuzu; iddiamız ile ikrarımız, iddiamız ile icraatlarımız uyuşmadıkça, Hira dağının kokusunu dahi alamayız ve zalim sistemin dişlileri olmaya devam ederiz.

Adil birer insan olabilmemiz ümidi ile...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder