İletişim: dusuncedehlizi@gmail.com

3 Haziran 2015

Şeytani Akıl

Evrende iki çeşit insan mevcut; biri Habil, diğeri Kabil; ötesi yok!.. 

Biri takdir buyurulanı benimseyen, diğeri hevesi için kardeşini öldüren. Biri vahye iman eden, diğeri vahyi inkar eden. Biri vahye teslim olan, diğeri vahye teslim olmayı zul addeden. Biri hayat hücrelerini –ictimai, hukuki, ahlaki, iktisadi- vahiyle yaşatmak isteyen, diğeri vahye yetersizlik notu veren. Biri insan için en iyiyi Allah’ın bildiğine iman eden; diğeri insan için en iyi olanı Allah’tan da çok daha iyi bildiğini iddia eden. Biri Hira dağının çocuğu, diğeri Olimpos dağının yavrusu. Biri nereden geldiğini ve neden yaratıldığını bilen, diğeri nereden ve neden geldiğini çözemeyen. Biri dünyayı geçit telakki eden, diğeri hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan. Biri rıza-ı ilahi’ye kavuşmanın derdinde olan, diğeri şeytanın telinden çalan. Biri nefsine kafa tutabilmek için çırpınan, diğeri nefsinin kölesi olan. Biri ilahını ve yaradanını bilen, diğeri hevalarını ilah edinen. Biri vahyin gölgesinde şekillenen, diğeri hevaları ile kendini ve tüm insanlığı şekillendirebileceğini sanan. Biri gözünün ancak ışık eşliğinde işe yarayacağını bilen, diğeri görmeyi salt karanlıktan ibaret zanneden. Biri ölümü yolculuk gören, diğeri sonsuza dek ölümden kaçabilmenin yollarını araştıran. Bu iki çeşidi; her çeşide farklı kategoriler ekleyerek genişletmeye kalkışsan da, özünde iki millet var yeryüzünde. Biri Minel milleti, diğeri de Nihal. Biri İslam milleti, diğeri de hevalarını ilah edinen küfür milleti.

Evet; ya birisin, ya da diğeri…

Kendince benimsediğin isimlerin, şahsını tanımlamak için seçtiğin sıfatların pek bir önemi yok; ya 'biri' dediğim hudutlardasın, ya da o hudutları aşıp 'diğeri' olmuşsun. Sana anlatılanı, öğretileni, telkin edileni, emredileni, yasaklananı; ya 'birinin' filtresinden geçirerek şekillenmişsin, ya da sana ezberletilenleri kayıtsız benimseyerek diğeri olmuşsun. Hayır hayır; ötekileştirmek değil 'diğeri' demek; Hak-batıl mücadelesinin mozaikleşmesine engel olmak aksine. Hakikate kucak açmanın hikayesi ve savaşı; bu 'biri' ile 'diğeri'. 'Doğru' algımız şahısların tekelinde kullanıldı, hakikat sevdalığımızı unuttuk. İnce ince işlenen söylem baskılarında sindik, hakikatlerin manipüle edilişlerini izledik. Dirhem dirhem eridik. Özümüz 'biri' iken, diğeri olabilmek için çırpındık durduk; çırpındık durduk ama ne yaptığımızın, ne de neye dönüştürüldüğümüzün farkında olamadık. Ve çırpındıkça, özümüze lütfedilen asaletin ağırlığını da, kıvamını da kaybettik. Zayıf düştük. Dizlerimizin üzerine bırakır iken bedenimizi; alçalan bedenimiz değil, elimize tutuşturulmuş hakikat sancağı idi halbuki. Düştük, yine de düştük. Aklımızı taarruza açtık, bedenlerimizi hevalarımızın kurbanı yaptık ve ruhumuza işlenmiş 'izzet' nakışını yitirdik. Bünyemize bulaşmış lekelerin bizi kıskaca alarak bataklığa çekmesine izin verdik. Ve türlü türlü yalanlara inandık. Şeytani aklın ürünü olan yalanlara, sloganlara, kurallara, düzenlere ve koşullara aldandık; daha da kötüsü, teslim olduk.

Şeytani akıl çağdaş kaldı hep, kimilerine göre. Gerici olan, çağ ile uyuşmayan, şartlara çare üretemeyen vahiy menbaılı uygulamalar idi hep, şeytani aklın askerlerine göre. Şeytani akıl ile hareket edenler medeni; şeytani akla vahye teslimiyetlerinden ötürü muhalefet edenler gerici, yobaz ve ilkel telakki edildiler çoğu zaman. Şeytani akla hizmet edenler, kendi düşünce ve fikirlerini, hevalarını ilahlaştırdıklarını itiraf edemediler lakin. Çok şeytani hareket ettiler, şeytani akla hizmet eder iken; bugün de öyle yapıyorlar. İslam’ın tüm değerlerine saydılar saydılar, ardına da ‚Ben de bu arada müslümanım‘ gibi bağlayıcı sandıkları cümleler eklediler. Biz aldandık. Biz kandırıldığımızı dahi göremeyecek kadar alıklaştık. 'Şeytana bile pabucunu ters giydirir' gibi yaklaşımlar ile kandırdı bizi şeytani akıl!.. Biz de bunları yedik. Nefsimize, hevamıza ve dünyevi ihtiraslarımıza hoş gelen ne varsa, hepsini teker teker yedik ve ruhumuzu kararttık.

Mekke sokaklarında gezen müşriklerin herbiri, Olimpos dağının askerleri idi. Olimpos dağının çocukları idi, hem Allah’a inanıp hem de putlara tapanlar. Putlara tapınmalarının sebebini de, Allah’a dayandırıyor idiler akılları sıra!.. Şeytani akıl böyle öğretmişti onlara çünkü. ‚Lat’a, Uzza’ya ibadet ettikçe 'Allah’a yaklaşacaksınız' gibi söylemler fısıldıyor idi şeytani akıl. Bugün şeytani akıla hizmet edenler konuşmaya, anlatmaya ve özellikle de İslam’ın sömürülmemesi için aldıkları önlemlerden söz etmeye başladıklarında, 'Putlara tapmamak için, Allah’a ibadete yeltenmiyor ve yeltenilmesine izin vermiyoruz. Bu vesile ile insanımızı putlara tapmaktan ve benzeri tehlikelerden korumuş oluyoruz' gibi söylemler duyuyorsunuz. (Samimi olan, taklidi de olsa tüm zerreleri ile İslam’a iman etmiş, tezgahlanan düzenlerden ötürü cahil kalmış ve bırakılmış tüm Müslümanları bu tespitimden tenzih ederim!..) Motamot söylemiyorlar bunu elbette, ifadelerinin yolu bu ve benzeri deli saçmalıklarının kavşakları ile kesişiyor lakin. Cahil bıraktığı toplumun mantık tezgahında bunu yiyeceğini biliyor, şeytani akıl.

İnsanın zaaflarını ve hevalarını da çok iyi biliyor aynı zamanda, şeytani akıl…

Risalet öncesinde Peygamberimiz Hira dağında görevlendirilmeden önce de kutsaldı Kabe. Risalet öncesinde de tavaf ediliyor ve özel bir saygı görüyordu Kabe. Tavaf ediliş biçimi çok ilginç ve akla zarardı. Olimpos dağının çocukları, Mekke sokaklarında geziyor ve biraraya gelerek kendi kafalarına göre ibadet biçimleri üretiyor idiler. Bunlardan biri de Kabe’yi tavaf ediş biçimleri idi. Çıplak, elbisesiz, bildiğin 'anadan üryan' tavaf ediyordular Kabe’yi. Bunu yapmaya karar verir iken beslendikleri yer, şeytani akıldan başka bir şey değil idi kesinlikle. Gerekçesi de çok dehşet bir gerekçe idi. İlk çırpıda kulağa ve zihne temizlik abidesi gibi çarpacak ama özünde deli saçması bir gerekçe. 'Kabe‘yi günah işlediğimiz elbiseler ile tavaf etmekten haya ederiz' diyordu Mekke müşrikleri. Şeytani akıl telkin etmişti bu ibadet biçimini. Mekke sokaklarında gezen Olimpos çocuklarının da hoşuna gidiyordu bu durum. Bu yüzden de sorma ihtiyacı duymuyor idiler bu telkin karşısında. 'Sadece tavaf eder iken giyeceğimiz kıyafetler alsak ve kullansak ?' veya 'Günah ise söz konusu olan, bedenimiz ile işliyoruz bunu aslen; elbise bu bağlamda bedenimizden çok daha önemsiz değil mi ?' gibi çoğaltılabilecek bir çok soruyu sormaya yanaşmıyor ve hevalarına uygun telkinleri bilfiil sorgusuz-sualsiz hayata geçiriyorlardı.

Evet, şeytan çıplaklığı emreder; Kelamullah’ın belirli Ayetlerinde bizlere de bildirildiği gibi.

Yaz geliyor, geldi hatta. Bir çok kadın 'bikini giyebilme rejimleri' ile boğuşuyor. Limon yiyen kadınlar, ekmeğe küsen hatunlar, sabah akşam koşan bayanlar; hepsi büyük bir telaş içinde. Telaşlarının sebebi bedenlerini teşhir edebilmek, gayretleri de teşhir edecekleri hatlarını daha çekici ve sexapel hale dönüştürmek için. Kimin soyunduğu ile ilgilenmiyorum. Kimin teşhir hastalığına tutulduğunun peşinde değilim. Büyük bir cinayet işleniyor kadınlar üzerinde. 'Ne kadar teşhir eder isen, o kadar özgürsün', 'Ne kadar gösterir isen o kadar özgüven sahibisin' gibi sloganların gölgesinde ezilen kadın psikolojisi, şeytani akla ve kadını obje gibi gören hanzolara hizmet ettiğini yakalayamıyor. Daha da önemlisi; setretme ölçüleri İslam tarafından belirlenmiş Müslüman kadınların çoğu, ahlaki yozlaşma neticesinde birer egzibisyonist olmuş. Bu durumu kınayan Müslüman erkekler ise gözlerini ve iffetlerini –ki sanıldığı gibi namus sadece kadına has bir unsur değildir- korumak yerine, egzibisyonist kadınlara salyalar akıtarak bakmakta, bu şekilde bakmayı marifet saymakta ve ne hikmetse aslında bakarak tasdiklediği çıplaklığı 'fahişelik, namussuzluk' addetmektedir.

Birbirini sömürmek ve tüketmek için koşuşturan iki cinse dönüştü, kadın ve erkek...

Müslüman kadın ve erkeklerin, bu gibi paradokslarından kurtulmaları ve şeytani akıl(lar)ın tezgahına gelmeyip fikir bazında –hem dinini olabildiğince öğrenerek, hem de kendini müsbet ilimlerde geliştirerek- gerekli donanım ile rest çekebilmeleri zaruridir!..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder