Evrende iki çeşit insan mevcut; biri Habil, diğeri Kabil; ötesi yok!..
Biri
takdir buyurulanı benimseyen, diğeri hevesi için kardeşini öldüren. Biri vahye
iman eden, diğeri vahyi inkar eden. Biri vahye teslim olan, diğeri vahye teslim
olmayı zul addeden. Biri hayat hücrelerini –ictimai, hukuki, ahlaki, iktisadi- vahiyle
yaşatmak isteyen, diğeri vahye yetersizlik notu veren. Biri insan için en
iyiyi Allah’ın bildiğine iman eden; diğeri insan için en iyi olanı Allah’tan da
çok daha iyi bildiğini iddia eden. Biri Hira dağının çocuğu, diğeri Olimpos
dağının yavrusu. Biri nereden geldiğini ve neden yaratıldığını bilen, diğeri
nereden ve neden geldiğini çözemeyen. Biri dünyayı geçit telakki eden, diğeri
hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan. Biri rıza-ı ilahi’ye kavuşmanın derdinde olan,
diğeri şeytanın telinden çalan. Biri nefsine kafa tutabilmek için çırpınan,
diğeri nefsinin kölesi olan. Biri ilahını ve yaradanını bilen, diğeri
hevalarını ilah edinen. Biri vahyin gölgesinde şekillenen, diğeri hevaları ile
kendini ve tüm insanlığı şekillendirebileceğini sanan. Biri gözünün ancak ışık
eşliğinde işe yarayacağını bilen, diğeri görmeyi salt karanlıktan ibaret
zanneden. Biri ölümü yolculuk gören, diğeri sonsuza dek ölümden kaçabilmenin
yollarını araştıran. Bu iki çeşidi; her çeşide farklı kategoriler ekleyerek
genişletmeye kalkışsan da, özünde iki millet var yeryüzünde. Biri Minel
milleti, diğeri de Nihal. Biri İslam milleti, diğeri de hevalarını ilah edinen
küfür milleti.
Evet; ya birisin, ya da diğeri…
Kendince benimsediğin isimlerin, şahsını tanımlamak için
seçtiğin sıfatların pek bir önemi yok; ya 'biri' dediğim hudutlardasın, ya da o
hudutları aşıp 'diğeri' olmuşsun. Sana anlatılanı, öğretileni, telkin edileni,
emredileni, yasaklananı; ya 'birinin' filtresinden geçirerek şekillenmişsin, ya
da sana ezberletilenleri kayıtsız benimseyerek diğeri olmuşsun. Hayır hayır;
ötekileştirmek değil 'diğeri' demek; Hak-batıl mücadelesinin mozaikleşmesine engel olmak aksine. Hakikate kucak açmanın hikayesi ve savaşı;
bu 'biri' ile 'diğeri'. 'Doğru' algımız şahısların tekelinde kullanıldı, hakikat
sevdalığımızı unuttuk. İnce ince işlenen söylem baskılarında sindik,
hakikatlerin manipüle edilişlerini izledik. Dirhem dirhem eridik. Özümüz 'biri' iken, diğeri olabilmek için çırpındık durduk; çırpındık durduk ama ne
yaptığımızın, ne de neye dönüştürüldüğümüzün farkında olamadık. Ve çırpındıkça,
özümüze lütfedilen asaletin ağırlığını da, kıvamını da kaybettik. Zayıf düştük.
Dizlerimizin üzerine bırakır iken bedenimizi; alçalan bedenimiz değil, elimize
tutuşturulmuş hakikat sancağı idi halbuki. Düştük, yine de düştük. Aklımızı
taarruza açtık, bedenlerimizi hevalarımızın kurbanı yaptık ve ruhumuza işlenmiş 'izzet' nakışını yitirdik. Bünyemize bulaşmış lekelerin bizi kıskaca alarak
bataklığa çekmesine izin verdik. Ve türlü türlü yalanlara inandık. Şeytani
aklın ürünü olan yalanlara, sloganlara, kurallara, düzenlere ve koşullara
aldandık; daha da kötüsü, teslim olduk.
Şeytani akıl çağdaş kaldı hep, kimilerine göre. Gerici olan,
çağ ile uyuşmayan, şartlara çare üretemeyen vahiy menbaılı uygulamalar idi hep,
şeytani aklın askerlerine göre. Şeytani akıl ile hareket edenler medeni; şeytani akla vahye
teslimiyetlerinden ötürü muhalefet edenler gerici, yobaz ve ilkel telakki edildiler çoğu zaman. Şeytani akla hizmet edenler, kendi düşünce ve fikirlerini, hevalarını
ilahlaştırdıklarını itiraf edemediler lakin. Çok şeytani hareket ettiler,
şeytani akla hizmet eder iken; bugün de öyle yapıyorlar. İslam’ın tüm
değerlerine saydılar saydılar, ardına da ‚Ben de bu arada müslümanım‘ gibi
bağlayıcı sandıkları cümleler eklediler. Biz aldandık. Biz kandırıldığımızı
dahi göremeyecek kadar alıklaştık. 'Şeytana bile pabucunu ters giydirir' gibi
yaklaşımlar ile kandırdı bizi şeytani akıl!.. Biz de bunları yedik. Nefsimize,
hevamıza ve dünyevi ihtiraslarımıza hoş gelen ne varsa, hepsini teker teker
yedik ve ruhumuzu kararttık.
Mekke sokaklarında gezen müşriklerin herbiri, Olimpos
dağının askerleri idi. Olimpos dağının çocukları idi, hem Allah’a inanıp hem de
putlara tapanlar. Putlara tapınmalarının sebebini de, Allah’a dayandırıyor
idiler akılları sıra!.. Şeytani akıl böyle öğretmişti onlara çünkü. ‚Lat’a,
Uzza’ya ibadet ettikçe 'Allah’a yaklaşacaksınız' gibi söylemler fısıldıyor idi şeytani akıl. Bugün şeytani akıla hizmet edenler konuşmaya, anlatmaya ve
özellikle de İslam’ın sömürülmemesi için aldıkları önlemlerden söz etmeye
başladıklarında, 'Putlara tapmamak için, Allah’a ibadete yeltenmiyor ve
yeltenilmesine izin vermiyoruz. Bu vesile ile insanımızı putlara tapmaktan ve
benzeri tehlikelerden korumuş oluyoruz' gibi söylemler duyuyorsunuz. (Samimi
olan, taklidi de olsa tüm zerreleri ile İslam’a iman etmiş, tezgahlanan
düzenlerden ötürü cahil kalmış ve bırakılmış tüm Müslümanları bu tespitimden
tenzih ederim!..) Motamot söylemiyorlar bunu elbette, ifadelerinin yolu bu ve benzeri
deli saçmalıklarının kavşakları ile kesişiyor lakin. Cahil bıraktığı toplumun
mantık tezgahında bunu yiyeceğini biliyor, şeytani akıl.
İnsanın zaaflarını
ve hevalarını da çok iyi biliyor aynı zamanda,
şeytani akıl…
Risalet öncesinde Peygamberimiz Hira dağında
görevlendirilmeden önce de kutsaldı Kabe. Risalet öncesinde de tavaf ediliyor
ve özel bir saygı görüyordu Kabe. Tavaf ediliş biçimi çok ilginç ve akla
zarardı. Olimpos dağının çocukları, Mekke sokaklarında geziyor ve biraraya
gelerek kendi kafalarına göre ibadet biçimleri üretiyor idiler. Bunlardan biri
de Kabe’yi tavaf ediş biçimleri idi. Çıplak, elbisesiz, bildiğin 'anadan üryan' tavaf ediyordular Kabe’yi. Bunu yapmaya karar verir iken beslendikleri yer,
şeytani akıldan başka bir şey değil idi kesinlikle. Gerekçesi de çok dehşet bir
gerekçe idi. İlk çırpıda kulağa ve zihne temizlik abidesi gibi çarpacak ama özünde deli saçması bir
gerekçe. 'Kabe‘yi günah işlediğimiz elbiseler ile tavaf etmekten haya ederiz'
diyordu Mekke müşrikleri. Şeytani akıl telkin etmişti bu ibadet biçimini. Mekke
sokaklarında gezen Olimpos çocuklarının da hoşuna gidiyordu bu durum. Bu yüzden
de sorma ihtiyacı duymuyor idiler bu telkin karşısında. 'Sadece tavaf eder iken
giyeceğimiz kıyafetler alsak ve kullansak ?' veya 'Günah ise söz konusu olan,
bedenimiz ile işliyoruz bunu aslen; elbise bu bağlamda bedenimizden çok daha
önemsiz değil mi ?' gibi çoğaltılabilecek bir çok soruyu sormaya yanaşmıyor ve
hevalarına uygun telkinleri bilfiil sorgusuz-sualsiz hayata geçiriyorlardı.
Evet, şeytan
çıplaklığı emreder; Kelamullah’ın belirli Ayetlerinde bizlere de bildirildiği
gibi.
Yaz geliyor, geldi hatta. Bir çok kadın 'bikini giyebilme rejimleri' ile
boğuşuyor. Limon yiyen kadınlar, ekmeğe küsen hatunlar, sabah akşam koşan
bayanlar; hepsi büyük bir telaş içinde. Telaşlarının sebebi bedenlerini teşhir
edebilmek, gayretleri de teşhir edecekleri hatlarını daha çekici ve sexapel
hale dönüştürmek için. Kimin soyunduğu ile ilgilenmiyorum. Kimin teşhir
hastalığına tutulduğunun peşinde değilim. Büyük bir cinayet işleniyor kadınlar
üzerinde. 'Ne kadar teşhir eder isen, o kadar özgürsün', 'Ne kadar gösterir
isen o kadar özgüven sahibisin' gibi sloganların gölgesinde ezilen kadın
psikolojisi, şeytani akla ve kadını obje gibi gören hanzolara hizmet ettiğini
yakalayamıyor. Daha da önemlisi; setretme ölçüleri İslam tarafından belirlenmiş
Müslüman kadınların çoğu, ahlaki yozlaşma neticesinde birer egzibisyonist
olmuş. Bu durumu kınayan Müslüman erkekler ise gözlerini ve iffetlerini –ki sanıldığı
gibi namus sadece kadına has bir unsur değildir- korumak yerine, egzibisyonist
kadınlara salyalar akıtarak bakmakta, bu şekilde bakmayı marifet saymakta ve ne
hikmetse aslında bakarak tasdiklediği çıplaklığı 'fahişelik, namussuzluk' addetmektedir.
Birbirini sömürmek ve tüketmek için koşuşturan iki cinse dönüştü, kadın ve erkek...
Müslüman kadın ve erkeklerin, bu gibi paradokslarından
kurtulmaları ve şeytani akıl(lar)ın tezgahına gelmeyip fikir bazında –hem dinini
olabildiğince öğrenerek, hem de kendini müsbet ilimlerde geliştirerek- gerekli
donanım ile rest çekebilmeleri zaruridir!..