İletişim: dusuncedehlizi@gmail.com

22 Nisan 2015

Fuatavni Stratejisi

Fuatavni, bir kişi değil, bir kaç kişi de değil, bir karakter hiç değil. Fuatavni, alalade seçilmiş bir isim değil, açılmış sıradan bir twitter hesabı da değil. Fuatavni, strateji hesabı. Fuatavni, bir stratejinin adı; ardında kişi veya (üç, beş) kişiler aramak aptallık. Verilecek isime kadar, üzerinde çalışılmış, müzakere edilmiş ve karara bağlanmış bir stratejinin adı Fuatavni. Hatırlanma hızlılığı, bilinçaltına yerleşme payı hesaba katılarak seçilmiş bir isim Fuatavni. Anlam noktasında, her iki ismi de birbirine iliştirerek ‘yardıma yürekli kişi’ veya ‘yüreği yardımsever’ gibi tümlemelerin üretilebileceği bir hesap ismi Fuatavni.

Bilgi çağında yaşıyoruz ve bu asrın en büyük silahı insan; asrın en büyük silahının silahı da bilgidir. Dolayısıyla bu yönde yapılacak çalışmalar çok önemlidir. Oluşturacağınız bilgi kirliliği ile doğru bilgileri çürütebilirsiniz; bir sepet sağlam elmanın içine atılacak olan üç beş çürük elma erkenden fark edilmeyecek olursa, sepetteki tüm elmalar çürümeye mahkumdur. Gündemleştireceğiniz spekülasyon ve sansasyonlar ile toplumu kanalize edebilir, istediğiniz noktaya çekebilirsiniz; bunu yapar iken de güdümünüze çektiğiniz kitleler tarafından kurtarıcı, kahraman veya alternatifsiz tek kişi addedilmeniz de cabası. Estireceğiniz şüpheli rüzgarlar ile toplumu paranoyak yapabilirsiniz. Her bireye ihtiraslar botoxlayarak, koca bir toplumu sosyal şizofreni hastalarına çevirebilirsiniz mesela. Çevremizde en yaygın olan hastalığın farkında değilsiniz...mi ? Hırs tümörü, gün be gün yaygınlaşıyor; insanlığın tüm organ ve damarlarını sarmış, ele geçirmiş halde. İşte dönemin soğuk savaşlarının en çok nemalandığı boşluk, açık; hırs ve hırsın getirisi olan kontrolsüz ihtiraslar. Bu bağlamda kişilere istediğinizi yaptırabilmeniz, yönlendirmek için kullandığınız faktörlere ve bu faktörlerin hassasiyetlerine bağlıdır. Yeri gelmişken; sömürü sadece inanç ve duygulardan beslenmez, ideolojiler de savunduğu anafikrin tebasını ve düşünceyi sömürür  olabildiğince. Bu tür örnekler çoğaltılabilir, kontrollü gerilim stratejisini hayata geçirebilmek ve topluma manipülasyon uyarlamak ile alakalı olarak.

Hepimizin malumu olduğu üzere, savaşlar sadece patlayan, kan döken silahlar üzerinden yapılmıyor. Bir bölgeyi veya ülkeyi, güç ve imkanlarınızı seferber ederek ele geçirebilirsiniz. Ele geçirdiğiniz, güç kullanarak kontrolünüze aldığınız sadece topraktan oluşan sınırlardır; orada yaşayan insanları ve özellikle de beyinlerini ele geçirebilmeniz, toprak istilası kadar kolay değildir kesinlikle. İnsanları esir alabilirsiniz, en fazla; beyinlerini esir alamazsınız. Son asırlarda, büyük devletlerin ve güçlerin harcama yaptığı, büyük önem verdiği konulardan biridir, beyinleri kontrol altına alabilmek. Bu hedefe ulaşabilmek için seferber edilen imkanları tahayyül edebilir misiniz, bilmiyorum. Psikologlar, toplum mühendisleri, sosyologlar, teologlar havada uçuşmaktadır; ele geçirilen topraklardaki beyinlerin evrim yaşamasını –evrimden kastım o toplumun din, dil, kültür ile alakalı tüm değerlerini yok ederek asimile etmek- hayata geçirebilmek için. Bu da işe yaramaz ise; beyin evrimine cevap vermeyenleri, toplum önünde ibret-i alem amaçlı sallandırır bu zihniyet(ler). Son iki asırdır yaşanan, sözüm onlara ‘özgürlükçü, insanları hürriyete kavuşturan’ devrimlerde olduğu gibi. Teknoloji gibi; insan üzerinde yapılan bilimsel araştırmalarda da ilerleme kat ediliyor, sosyoloji ve psikoloji dalında özellikle. Sözünü ettiğimiz arenaların verilerini iyi kullandığınızda, bir bölgeyi veya ülkeyi silahsız ele geçirebilmeniz mümkündür. Bahis konusu olan ülke insanının beyinlerini istila ettiğinizde, sizi zaten baş tacı yapacaklardır; silaha ve güce ne gerek var. Ve en büyük değil de, marjinal zafer de budur son tahlilde; bir toplumu ellerinden falan değil, şahdamarından yakalayıp tüm organlarını kontrol altına alırcasına beyinlerini birer esire, köleye çevirmek.

Bilgiyi devlet bazında ele aldığımızda, en önemli bilgi kaynağının istihbarat olduğunu söylemek mümkündür. Devlet; gerek tehdit algısının kapsadığı unsurların hamlelerini önceden sezinlemek ve önlem almak için olsun, gerek düşmanlarına karşı vereceği mücadelenin –düşmanın zaafları, gücü vb. konular- şeklini ve yönünü belirleyebilmek için olsun; istihbarata zorunludur. Küçük bir çocuğun süte duyduğu ihtiyaç gibidir, devletin istihbarattan beslenmesi. İstihbarat, bu boyutlarda mübah olmaktan maada, zaruridir. İstihbaratın suyunu çıkarıp, toplumları birbirine düşürüp kurtarıcı gibi ortaya çıkma hesabı yapanlar da var; demokrasiyi ülkelere bombalar ile getiren, kendi menfaatleri için her türlü zulümü mübah sayan güçler gibi örneğin. Veya; istihbarat denilen bilgi toplama işini, mahrem hudutlarını aşma seviyesine taşıyan kanaat önderleri de var. Bir örgüt, kitle, teşkilat veya cemaat düşünün; bu kalabalığın başındaki kişi etrafındaki insanları birbirini takip etmek ile görevlendiriyor, tebanın tamamı jurnal olmuş, yatak odalarına kadar, özel ilişkilere kadar hepsi, istihbarat adı altında araştırılıp ‘ayıplar silsilesi’ olarak kayda alınıyor ve ‘zamanı geldiğinde kullanılmak üzere’ dolaba kitleniyor. İtaatsizlik yapan mı var ? ‘Bakın hemen kayıtlarına, ne ile tehdit edebileceğimizi, şantaj yapabileceğimizi saptayın, hemen kuzuya çevirelim ‘asilik’ yapmaya çalışan veya bize gerekli yardımı(ödemeyi) yapmayan birey(ler)i’. Türkiye, bu sıraladıklarımın daha da çoğunu, Gülen ve oluşumu sayesinde yaşadı. Fuatavni gibi stratejilerin ağababası olan Gülen ve oluşumu. İnsanların mahremleri hiçe sayılarak yapıldı tüm bunlar. İnsanları günaha teşvik ettiler, kadın(lar)ı kullandılar, sevişmeleri porno sektörüne taş çıkaracak profesyonellik ile kaydettiler, sonra da ‘bu zinakar’ yaygarası kopararak susturdular bir çok insanı. Kimilerini de, nikahlıları ile sevişir iken dahi kayda aldılar, röntgenciliğin bu boyutuna denilecek olanı size bırakıyorum!.. Başlarındaki çarpık ve sapkın düşünceli karakterden, Gülen’den maada, bu tezgahın dişlileri olan tebanın bu tür işleri, mübah ve zaruri olan istihbarattan saymaları ne kadar hazin bir durum. Gülen ve oluşumunun, ne tür bir yapılanmaya sahip olduğuna değinmeden, hizmet ettikleri ve parçası oldukları büyük projeye değineceğim bir parça.

Bugün, müstevlilerin, diğer bir tabir ile dünyayı kendi yönettikleri bir şirkete dönüştürmeye çalışan güçlerin, Türkiye ve çevresinde kurduğu en büyük tuzak, ‘dine karşı din’ tuzağıdır. Bu tuzağın, Ortadoğu coğrafyasında yaşayan insanların çoğunluğunun inancına hakim olan İslam’a karşı alternatif bir din (Yahudilik, Hıristiyanlık vb. gibi) pazarlanarak gerçekleştirileceğini düşünmek, büyük bir ahmaklık olur. Bu tuzaklarını; İslam’ı, kendi heva ve heveslerine göre, çok daha da önemlisi, sömürü sistemlerinin idamesini destekleyecek şekilde tahrif ederek, İslam’dan yeni bir din çıkaracakları yönünde değerlendirmemiz gerekiyor zira. Yıl 1989. Amerika Savunma Bakanlığı, Rand Corporation adlı kuruluştan ‘Türkiye’de İslami Radikalizmin Geleceği’ konulu bir rapor ister. Güdülen amaç, Türkiye’yi gelecek yıllarda da kendi kontrolünde tutabilmek ve kullanabilmek. 10 yıl geçer aradan. Yıl 1999; ABD Başkanı Clinton, Türkiye ile İslam’ı kendince katıştırıp, akıllara zarar yeni bir tanımlama üretir; Türkiye, laik bir İslam devletidir Clinton’a göre!.. Vermek istediği mesajı anlamak için müderris veya dekan olmak iktiza etmiyor; Clinton ‘Müslümanlar, laik ve demokratik bir sistem ile de yönetilebilirler’ mesajı vererek, İslam toplumlarının bu şekilde yönetilmelerinden memnun olduklarının altını çiziyor; örneği de Türkiye !.. Halbuki laiklik ile İslam’ın birbirine taban tabana zıt olduğunu tartışan bir ülkedir Türkiye, haklı olarak. Hatta; hiç bir inancı olmamasına –Yaradanın varlığını inkar eden bir tip, ateist kısacası- rağmen, kendisini Alevilere yamayan ve maalesef Alevi kitlenin çoğunluğu tarafından sahiplenilen Aziz Nesin dahi, bilimsel bir gerçeği ifade etmek için bu noktada ciddi ve realist bir tespitte bulunmuş, ‘Bir insan ya müslümandır, ya da laiktir, ikisi birarada olamaz’ minvalinde bir açıklama yapmıştır. 1999’un üzerinden yıllar geçer ve takvimler 2003 yılını göstermektedir. Rand Corporation isimli kuruluş, bilgi toplayıp rapor hazırlama görevine devam ediyor. Topladıkları veriler ile hazırladıkları rapor kemale ermiştir artık ve dünya müslümanlarını kapsamaktadır. ABD, İslam’a ve Müslümanlara neden bu kadar takmıştır mı sorunuz ? Büyük güçler, zulüm politikalarını besleyebilmek için kendilerine bir baş düşman seçerler ve düşmanın varlığını referans gösterip her türlü hamlelerini meşrulaştırmaya çalışırlar. Komünizm, dünya arenasında stabilizesini yitirdikten ve dahi SSCB dağıldıktan sonra, tehdit olmaktan çıkmıştır artık ABD için. Aynı koltuğa oturtabilecekleri bir düşman, aynı işlevi görecek bir unsur lazımdır ABD’ye ve bu da İslam’dır. Kaldı ki, Ortadoğu coğrafyası yeraltı kaynaklarından ötürü de büyük bir öneme sahiptir. O topraklardan pay alabilme planlarının önündeki en büyük ve belirgin engel de ‘orjinal’ İslam’dır!.. Müslümanın istila altındaki topraklarını kurtarmak için verdiği tepki ‘terör’ telakki edilir iken, bu toprakları ve getirilerini kullanmak için envai çeşit silahı kullanarak saldıran güçler ‘kurtarıcı’ olarak pazarlanmakta dünya kamuoyuna. Hazırlanan rapora dönelim tekrar.
Raporda neleri kayda değer telakki etmişler ? Ne gibi hususlara dikkat çekmişler ve ne gibi tavsiyelerde bulunmuşlar ?

88 sayfalık bir rapor, ana başlığı ‘Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler’. Raporun takdim edildiği kişi George W. Bush, dönemin ABD Başkanı; kürsüden ‘Haçlı Seferleri’ narası atan ABD Başkanı evet. Ne güzel dünya ama değil mi; Müslümana gelince, ‘kökten dinci’ ve benzeri yakıştırmalar ile terörist ilan etmeler; Hıristiyana veya Yahudiye gelince, ‘kutsal savaş’ gibi demeçler ile yapılacak hamleleri kutsamak ve bütün dünya ile dalga geçercesine yutturmak. Raporun girişinde, kendilerince saptadıkları ve ABD için tehdit olarak algıladıkları bir tespit var. İslam ve Müslümanların, Batı demokrasisi değerlerine ve küresel düzene uyumlu hale getirilemediklerinde, medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduğunu vurgulayan tespit; ki raporun temel fikri de bu yönde nitekim.

Dünya Müslümanlarını, dört ana gruba ayırmışlar raporda. Yıllarca incelemişler, kitle psikolojilerini analize tabi tutup saptamalarda bulunmuşlar ve dört şubeye bölmüşler evet. Bu noktada takdire şayan bir esasa değinmek gerekiyor; profesyonel çalışıyorlar arkadaşım, toplumun kıncal damarlarına kadar ilerleyerek topluyorlar edinmek istedikleri bilgileri. Biz de oturduğumuz yerden devlet kurar, devlet yıkar; her ota, tüye konuşmayı marifet sayar; çok iyi slogan atar bir toplumuz; realist olmak lazım. İcraatlarımız dahi şiir gibi de, sevgiliye okunan yanlış serenat gibiyiz lakin. Dünya Müslümanlarını tabi tuttukları dörtlü tasnife ve hangi grubu ne şekilde kullanabileceklerine dair beyan ettikleri görüşlere kısaca değinmekte fayda var Fuatavni stratejisinin ne gibi bir projenin uzantısı ve parçası olduğunu anlayabilmek için. 

Raporda;
  • 1.       Köktendinci, Radikal Müslümanlar: Bu kitle, İslam’ı şiddetten kaçınmayan, saldırgan bir din olarak yorumlar ve buna göre de hareket eder. Nasıl kullanabiliriz bu kitleyi ? İslam üzerinde şaibe ve nefret uyandırabilmek için, geçici taktikler ile desteklenilebilecek, kullanılabilecek bir gruptur bu yoruma sahip olanlar. (Örneğin İŞİD. Tüm dünyanın terör örgütü olarak gördüğü İŞİD, silah gücünü kimlerden temin etmektedir ? Sahip olduğu petrolü kimlere satmaktadır ?)
  • 2.       Muhafazakar, Geleneksel Müslümanlar: İslam’ın kurallarına sadakat ile bağlıdırlar. Şiddet yanlısı değillerdir kesinlikle. Batı ve değerlerini sevmezler.  Bu grubu nasıl kullanabiliz peki ? Bu grup ‘demokratik İslam’ anlayışını yerleştirmek için uygun değildir. Bunlara karşı, barışçı olduğumuzu hissettirmek yeterlidir. (Bu grubun içinden tuzağa düşenlere, Irak savaşında, o toprakları istila eden zalimleri ‘demokrasi tüccarı’ gibi algılayan zihniyet güzel bir örnektir.)
  • 3.       Modernist, Ilımlı Müslümanlar: Bu grup çok önemli vasıflara sahip. İslam’ın katı anlayış telakki ettikleri hüküm ve uygulamalarında değişiklik yapılması gerektiğini düşünürler. Peygambere saygısızlık yapmazlar, O’nun dönemindeki sosyal ve tarihi şartların bugün geçerliliğini kaybettiğini savunurlar lakin. En önemli özellikleri ise, fikirlerinin çağdaş demokrasi esasları ile örtüşmesidir. Nasıl kullanabiliriz ? Her türlü !.. Ilımlı İslam anlayışı, bize ‘demokratik İslam’ algısının kapısını açacak anahtardır. (Örnek mi istiyorsunuz ? Sonra...)
  • 4.       Laik- Seküler Dünya Görüşlerini Savunan Aydınlar: Din ile devlet işlerinin ayrılmasını fanatik şekilde savunurlar. Bu gruba göre, dinin kamusal alanda yeri yoktur, özel hayat ile kısıtlanmalıdır. Bu zihniyete göre, Allah ve dini İslam, devlet ve insan yönetiminden anlamaz ve bu gibi konularda bihaberdir. Kullanılabilirlilikleri ? Maddi destek verilmeli ve sahip oldukları düşüncenin yaygınlaşmasını sağlamalıyız (İslam’ı tahrif etmek için tüm imkanlarını seferber eden belam tipli pfofesörler örneğin.)

Raporun sonunda da, ABD ve müttefiklerinin İslam’ı kontrol altına alabilmeleri için yapılması gerekenler sıralanmıştır. Modernist, ılımlı İslam cemaatleri desteklenmelidir. Maddi destek sağlanmalı, pilot liderlik modeli geliştirilmeli ve cemaatlerden bu modele uygun kanaat önderleri tespit edilmelidir. İslam’da devlet ve dinin ayrı tutulabileceği, bu durumun inanca zarar vermeyeceği ve zaruri olduğu ve hatta bu uygulamanın İslam’ı güçlendireceği fikri yaygınlaştırılmalıdır. Muhafazakar olan, geleneksel değerleri savunan kanaat önderlerinin kusurları araştırılıp ön plana çıkarılmalıdır. Köktendinci müslümanlar ile muhafazakarların araları açılmalı ve siyasi hedefleri olmayan tasavvufi hareketler teşvik edilmelidir. Raporda toparlananların özeti kısaca bu şekilde. Düşünüyorum da, raporda altı çizilenleri hayata geçirebildiler mi, geçirebiliyorlar mı ? Profesyonel şekilde üstelik; etfamıza bakınıp biz müslümanların öbek öbek bölünerek, içe dönük nasıl kavgalara tutuştuğumuzu görmemiz yeterli bunu anlayabilmemiz için.

Grupların üçüncüsünde, ‘sonra’ dediğim örneklendirmeye gelmek istiyorum. RAND Corporation isimli analiz kuruluşunun hazırladığı raporun, en sonunda ‘Derin Strateji’ başlığını taşıyan bir telkin var. Ilımlı bir İslami liderin hazırlanması üzerinde durulmuş bu telkinde. Bu noktada takip edilecek olan siyaseti de dillendirmişler hatta. Ilımlı İslamcılar cesur olmak ile kalmamalıdır. Bu tür kanaat önderlerinin, insan ve kadın hakları, demokrasi gibi konularda projeler geliştirmeleri sağlanmalı; en önemlisi de, İslam’ın bir üst kimlik değil, insanların kimliklerinin bir parçası olduğu tezi işlenmelidir. Derin stratejiye bakar mısınız, bilinçli olduğu kadar, can alıcı da. Son nokta, İslam’ın bir üst kimlik olmadığına inandırmak. Bu ne demek biliyor musunuz ? Munafikun Süresi’nin 8. Ayetine dinamit koymak, o Ayeti yok saymaktır!.. Bu ve benzeri algıları yaygınlaştırarak, bizi dirhem dirhem inkara sürüklemek istiyorlar. Gelelim örneğe. Gülen ve oluşumudur, bahsi geçen derin stratejinin, Anadolu coğrafyası ile alakalı en bariz muhatabı, askeri, hayata geçiricisi. Gülen, yapı ve hitabeti ile ılımlı –her ne kadar son kertede ateşe düşürme bedduaları ile kara mizaha konu edilmiş olsa da- bir karakterdir ve tebasına verilen eğitimde mistik bir İslam algısı vardır. Gülen yapılanması, cizvit yapılanmasının tıpatıpıdır nerede ise; okulları ile, misyonlarını hayata geçirmek için her şeyi mübah saymaları ile. Gülen’in Pensilvanya’da kaldığı çiftliğin, misafirlerini ağırladığı yerleşkenin daha önce Cizvit Tarikatı’na ait bir yaz kampı olduğunun da altını çizmek yerinde olacaktır bu noktada. Ne ilginç bir tevafuk değil mi...

Cizvitler dediğim ise, katolik mezhebinin ilkelerini benimseyen bir tarikat; mevcut Papa’nın, Papa 1. Francis’in de bir cizvit olduğunu ifade etmekte fayda var. İddialara göre, cizvitlerin çok önem verdiği bir uygulamaları var. Hıristiyanlıklari ile ilintili bir durum. Malumunuzdur, tahrif edilmiş Hıristiyanlık inancına göre, itiraf odaları vardır kiliselerde, günahlardan arınmak için. Cizvitler, günah itirafı odalarına yakın durarak devlet işlerinde bir çok önemli sırrı elde ediyor ve bunları kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyorlar, iddialara göre. Bu bağlamda çok önemli bir ayrıntı var. Fuatavni denilen hesaptan teşhir edilen devlet ve erkanına ait bilgiler, benzer (temelde aynı, uygulamada farklı) metodlar ile ele geçirilmiyor mu ? Çok yalın bir örnek verecek isek; devletin erklerine sızmış belirli karakterler, sızmışlıklarından ötürü dışarıya, kendi cenahlarına, ağababalarına bilgi sızdırıyorlar ve bu bilgileri kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar; şantaj, kamuoyu oluşturma, toplum mühendisliği adı altında rant sağlama gibi emellerini hayata geçirmek için malzeme yapıyorlar.

Fuatavni stratejisinde iki çeşit propaganda türünden besleniyorlar; gri ve kara propaganda. Bir kaç doğrunun yanına, onlarca yalan ekleyerek gri propaganda yapıyorlar. Ülke iktidarını -şahısları yıpratmak kamuflesi ile-, şüpheli gösterip gölgelendirerek ve değerden düşürerek gerçekleştiriyor gri propagandalarını. Kara propagandayı da, kendilerini –her ne kadar hangi güruhtan oldukları bilinse de- saklayarak ve başka güçlerin ardına saklanarak yapıyorlar. Bu noktada, ülke iktidarını bir partiden ibaret sanmak salağa yatmak ve başını kuma gömmüş devekuşuna benzemek olur. Dikkatinizi çekerim; twitter gibi bir organın üzerinden Türkiye’nin nerede ise sır derecesindeki devlet ve bürokrasi bilgileri, şahsi ihtiraslar uğruna, çarşaf çarşaf ortaya dökülüyor. Bu durumdan kimlerin nemalandığını tartışmamıza veya sıralamamıza gerek yok; bariz gerçek ortada, zarar gören sadece Türkiye!.. Fuatavni stratejisini yerer iken, asla ve kat’a Erdoğan’ı savunmak veya korumaya almak gibi bir vehimde değilim. Olaya objektif bakarak, tarafgirlik yapmadan, oyun perdesinin arkasında dönen fırıldağı görmeliyiz artık. Türkiye başbakanı, twittere posta koyamıyor, ne kadar acı bir durum. Tarih olarak anımsayamayacağım şimdi. ‘Almanya’nın Annesi’ diye adlandırılan Merkel’e hakaret edilen twitter hesabının tüm bilgileri, yarım saat geçmeden Alman hükümetine bildirildi; sadece hesabın kapatılması ile yetinilmedi. Türkiye, bu noktada twittere başvurduğunda, twitter iik kertede cevap verme ihtiyacı dahi görmedi. Ardından, twittere girilmesi engellendi Türkiye sınırlarında. İlk refleks twitterden değil, Türkiye çapında sosyal medyayı kendi çıkarları için kullanan cenahlardan geldi. Ne imiş efendim, basın ve iletişim hakları kısıtlanamaz imiş, özgürlük istiyor (bu ve benzeri yaygaraları da kaleme alacağım fırsatım olduğunda) imişler. Bu durumdan haberdar olan twitter, daha da gevşedi, fazla umursamadı Türkiye’nin ulaşıma engel koymasını. Sevinenler ise, fuatavni stratejisinin ağababası olan kuklanın iplerini ellerinde tutan oyun kurucular. Emellerine ulaşmış, beyinlerde asıl hedef noktasında karartma oluşturabilmeyi başarabilmişlerdi. ‘Erdoğan’ fobisi adına, ülkenin global karizmasının ve itibarının sosyal medya tarafından dahi çizilebildiğini görememek. Twitter denilen sosyal medya kurumu, Amerika hakkında bu tür bilgilerin teşhir edilmesine izin verir mi idi ? Asla. Bir kişiye veya kitleye duyduğunuz kin, nefret ve benzeri duygular sizi adaletsizliğe, daha da önemlisi ahmaklığa sürüklemesin; dikkat kesilin.

Menfaatler kavgasının, savaşının hengamesinde sarhoş olup da, bir ülke başbakanının ve kabinesinin yaptıklarının devlet mahremi olarak değerlendirilmesi gerektiğini unutmayın. Bu kavgada kim mi suçlu ? Her iki taraf da elbette. Menfaatleri çatışana dek, aynı melodinin aynı rıhtımında dans ediyor idiler; kucak kucağa, koyun koyuna salsa yapmakta idi Erdoğan ile Gülen ve oluşumu. Ulusal arenada kol kola geziyor idiler düne kadar; stratejik anlamda olsun, fikir ve çalışma metodu bazında olsun, kol kola idiler. Bugün ise, birbirlerine nefret duyan ve sahip oldukları çocuğu koz gibi kullanan; koz gibi kullanır iken de ikisinin de çocuğu olan o sebinin geleceğini adeta karartmak istercesine tutumlar sergileyen, yeni ayrılmış, karşı tarafı kıskandırmak veya çıldırtmak için her türlü aracı nimetten sayan o iğrenç çiftlere benziyorlar. Taraflar, Erdoğan ve Gülen; çocuk ise Türkiye verdiğim misale göre. Bu kapışmada, taraflardan maada ülkem yıpranıyor ve global anlamda bir çok rezalete maruz kalıyor. İşte bu yüzden, Fuatavni gibi stratejileri iyi okuyabilmeli, analitik yaklaşımlarımız ile değerlendirdikten sonra ne kadar ciddiye alabileceğimize karar vermeliyiz. Altını çizmek istediğim önemli husus ise; Erdoğan’ın elindeki sultayı alabilmek için, dış güçlerin kucağına koşmak ve onların oyunculuğuna soyunup iktidara talip olmak ihanetin dik alasıdır. Bu açıdan, ülke içinde olmanızın, siyasi partililiğinizin veya ülke dışında yaşıyorluğunuzun, muhalif fikirliliğinizin hiç bir farkı yoktur; o tiniyete takılacak tek rozet, ihanet rozetidir. Bugün, bahis konusu hesapta deşifre edilenler neticesinde alkış tutanlar, kimler için ve kimlere alkış tuttuklarını iyi düşünmek zorundadırlar.

Sözlerimi bağlamadan, gri propaganda konusuna ve bir gerçeği örtmek için başvurulan hunharlığa da kalem basmak durumundayım. Gri propaganda, önceki satırlarımda da işaret etmeye çalıştığım gibi ve renginden de anlaşılacağı üzere, bulanıklık oluşturma amaçlı yapılan propaganda türlerindendir. Yapan, hakkında propaganda yaptığı kişi veya kitleye leke düşürmeyi amaçlamak ile kalmaz, kendi doğruluğunu da tescilettirme peşindedir bu vesile ile. Tarih 30 Mart 2015. Yeni Şafak isimli gazete, Gülen hakkında ulaştığı bazı belgeleri yayınlar ve mason olduğunu neşreder.

Twitter hesabı önemlidir bu noktada, strateji en çok da bu gibi durumlar için, bazı bilgileri karartabilmek adına hayata geçirilmiştir; çok güvenilirdir Fuatavni çünkü!.. Kimselerin ulaşamadığı bilgilere ulaşabilmekte ve aynı bilgileri cesur yüreği ile teşhir edebilmektedir. Doğruluğu sorgulanmaz bir karakterdir son kertede, bazılarının indinde. Oturur, Gülen hakkında yayınlanan belgeyi incelerler ekip halinde ve takıp takıştırabilecekleri noktalar tespit ederler. İki nokta vardır; biri belgenin üzerindeki çay lekesi, diğeri de İstanbul merkezli telefon numaraları. Çay lekesini, kara mizah yaparak kullanırlar; Emine Erdoğan’ın içtiği (pahalı) beyaz çayı gündeme getirerek. Bu hamledeki amaç, Erdoğan’ın lükse olan düşkünlüğünü –ki bu doğru ve beyaz propaganda için önemli bir husustur- gündeme getirip, asıl konuyu anlık da olsa ironi metodu ile o an okuyan kişiye unutturmaktır; dediğimiz gibi, Fuatavni çok güvenilir ve cesurdur zira!.. Bir de telefon numarasına el atar, ‘O dönemde İstanbul merkezli telefon numaraları 5 haneli idi’ der ve ‘güzel insanlar’ hitabı ile de bağlar el atmasını. Hani, ‘Siz bu uydurmalara inanmayın, araştırmadan etmeden, biz ne diyor isek onlara inanın ve bu vesile ile güzel insanlar olmaya hak kazanın’ misali. Kazın ayağı sandığı gibi değildir lakin. Bazı insanlar yine de araştırır ve fuatavni stratejisinin salladığını ve o dönemde İstanbul merkezli altı haneli telefon numaralarının olduğunu saptarlar. Yayınlanan belgeyi karartma gayretlerinin geri tepmesi pek önemli değildir; kendilerine kayıtsız inanan bir kamuoyu (kitle en azından) oluşturmuşlardır, Erdoğan’ın indirilmesini isteyenler veya Gülen’i samimi duyguları ile liderleri görenler, ne fark eder. Ve daha da önemlisi vardır; görevli oldukları projenin oyun kurucularından destek alarak hayata geçirecekleri bir hamle. Misilleme, intikam, gündem değiştirme; ne der iseniz artık, size kalmış. DHKP-C örgütü ile görüşülür. İki eleman ayarlanır. Tarih 31 Mart 2015, tam tamına bir gün, Gülen hakkında belgeler yayınlandıktan bir gün sonra devletin adliyesinde savcı rehin alınır ve ülke çapında büyük boyutlara varacak elektrik kesintileri yaşanır. Fuatavni hesabı, bu iki durumu da kıvançla bildirir twitter hesabında. Saat güneş batımından sonrasını gösterdiği dilimlerde, operasyon yapılmış, savcı şehit düşmüştür. Gülen’in masonluğu unutulmuştur ve fuatavni hesabı ‘güzel insanlar’ hitabı ile başlayan veya biten naralar atmaktadır. Kesilen elektriğin, öldürülen savcının bileti Erdoğan’a ve ekibine kesilmekte; en önemlisi de, Türkiye tekrar tüm dünyaya rezil olmaktadır...

Sosyal medya ile ne kadar yönlendirebilir veya yönlendirilebiliriz ölçeğinin başka bir yüzü olarak da değerlendirilebilir bu strateji.

Sonuç olarak; biz öyle ‘Güzel insanlar’ gibi hitabetler ile başlamasına karşın zerre samimiyet, içtenlik kokmayan botoxlu cümleleri sevmiyor ve kısaca ‘Lan, yürü git. Oturduğun kucak ne ki, sen de ne olasın’ diyor ve meseleyi bağlıyoruz.

Gözlerinizin önünde cereyan eden olaylarda, sadece size gösterilmek isteneni değil, aslolanı da görmeniz bir adım ileride olmanızı sağlar; paranoyak olmamak ve müneccim tafraları yapmamak kaydıyla elbette.


Hoşça ve dostça kalın...

14 Nisan 2015

Sabaha İrkilmek - Bir Buket Şiir



Gecenin tam ortasında irkilmek gibi
Bazı sabahlara uyanmak
Güneş altın sarısı, saçak saçak vuruyor odanın duvarlarına
Nafile; raks yok, cilveden yoksun güneş parıltıları

Kuytulara düşen bakışların
Tek bir çift göz arıyor
Nafile, sana bakan onca çift gözlerin hepsi nafile
Köşe köşe, kuytu kuytu o tek bir çift gözü arıyor bakışların

Bıçak sırtına dizelediğin hayallerin
Ağaç gövdelerine kazıdığın mısraların
Kalemi kağıda iliştirmene sebep sevgi köpüklerin
Nafile, hepsi nafile
Elini avucunun içinde hissedemedikçe sevdiğinin

http://resim.bilgicik.com/yazi/dil-gunesi.jpg 








Yeni başlayan günden kopuyorsun dirhem dirhem
Dudaklarında bir mırıltı, kontrolsüz ve deli
Sevdiceğim diye mırıldanmaya başlıyorsun istemsiz
Bazen de, neredesin sevdiceğimleşiyor mırıltıların

Güneşin altın sarısı bakışları değerken dünyaya
Sessiz, uzun fısıltılarında buluyorsun nedeni, nasılı
Dudaklarındaki mırıltıyı kesmeden
Ayaklanıyorsun usulca kendi merkezinden
Sıcak, ateşli, zorlu patikaya doğru ilerleyerek

En güzel, en anlamlı yolculuğa çıkıyorsun
Defalarca aynı özneye, aynı kelimeleri fısıldamak için çıktığın yolculuğa
O eşsiz iki kelimeyi
Ardını ve öncesini silikleştiren
O benzersiz tek cümleyi güneşe yazmak için...

Kaaret

8 Nisan 2015

Matematiğin Bilmediği Hakikat

ALLAH'IM, bize bu hakikati unutturma !..































Mum Söndü İftirası

Özellikle son asırda, Anadolu topraklarında; cahil kitlenin, kahvehane kültürünü sosyal aktivite, sokak jargonunu temel dil, havalarda uçuşan ve toplum baskısının ürettiği klişeleri, basmakalıp öğretileri bilgi sananların ağzında dolaşan, sakız gibi çiğnenip çiğnenip, sosyal iletişime hançer gibi saplanan bir iddia. ‘Mum Söndü Ayinleri’. Bu ayinlerin kimlere atfedildiğine geçmeden, bu iddiadan şekil ve eylem olarak neyin veya ne gibi durumların algılandığına işaret edelim.


Aynı inanç ve kültüre sahip olan bir grup biraraya toplanır. Temel şart, herkesin evli olması ve ayine eşi ile katılmasıdır. Bekar olanlar, bu ayine veya toplantıya kesinlikle katılamazlar; velev ki sevgilileri ile çift olarak katılsınlar. İlk aşamada, katılımcılar toplanırlar, inançları gereği sahip oldukları belirli ritüelleri beraberce yaparlar. Ritüellerin ardından, o ayinin veya toplantının başkanı, ışıkların veya mumların söndürülmesini emreder. Etraf karanlıklaştığında, her erkek bir kadını yakalamaya daha doğrusu kapmaya çalışır. Her erkek, bir kadın kapabilecektir, herkes çift olarak gelmiştir çünkü. Her erkek, rastgele veya öncesinde gözüne kestirdiği ve karanlığa rağmen isabet ederek yakaladığı kadın ile sevişir. Bu açıdan, kadın da atılgan davranabilir, bir erkeği tarafına çekerek onunla sevişebilir. Halk ağzı ile kullanılan ‘kim kimi yakalarsa …’ deyiminin, üzerine cuk diye oturduğu cinsten anlayacağınız. Böyle bir uygulamanın, bir ayinin, sosyal noktada bildiğimiz ‘pezevenklik, deyyusluk’ olduğunu; ahlaki boyutta ise, ensest olayına dahi katmer katmer level atlattığını tartışmamıza gerek yoktur sanırım. Ailece katılanların, ışıklar söndüğünde, çok iğrenç çiftleşmelerin gölgesinde sevişeceklerini söylemek mümkündür. Bu boyutu teferruatlandırmak istemiyorum, mide bulandırıcı. Genel algı bu yöndedir; kimileri bu algıda daha kreatiftir. Kreatif olan algıya göre, karanlık aşamasında ilk seçilen ile sevişildikten sonra, ışıklar veya mumlar yakılmadan tekrar partner değişiklik(ler)i yapılabilir. Kısaca, sınırsız ve kimlerin katıldığını umursamadan, kiminle seviştiğine aldırmadan yapılan karma seks.


Şekil ve eylem boyutunu açıkladık. Şimdi gelelim işin cinayet boyutuna. Bu ayinler ile alakalı, sosyal anlamda büyük bir cinayet işlenmekte ve ortak paydalarımızı tarumar edecek bir atıfta bulunulmaktadır. Kendini bilmeyen, ağzından yellenmeyi konuşmak sanan cahil cühela takım, bu sapklınlığı hâlâ Alevilere atfetmeye devam etmekte; salaklığın kendini aşıp iftira boyutuna tırmandığı nokta; affedilemez türden bir sosyal cinayet. Tezgah Yahudinin. Mekan Anadolu. Sulta Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde. 17.-18. asır suları. 


Bu sapkın uygulamanın, herkesi birbirine diktiren ayinlerin mucidi Yahudi dönmesi Sabatay Sevi’dir. Sevi’nin temel felsefesi, bütün günahları mübah saymasından ibarettir. Bu felsefesini, çok masum bir amaca bağlamıştır tilki Sevi. Müridlerine ve yanına topladığı yandaşlarına anlattığına göre, ne kadar çok günah işlenirse, Mesih’in gelmesi ve yeryüzünü ıslah etmesi de aynı derecede çabuk ve hızlı gerçekleşecektir. Sevi denilen sapkının anlattığı hikayeye, Yahudi asıllı olanların kimileri samimi bir şekilde, kimileri de nefislerine hoş geldiği için inanmıştır. Bu gibi ayinleri Osmanlı topraklarında yaygınlaştırmak isterken, toplumun bilinçli tepkileri ve ölümcül tehditleri ile karşılaşmıştır Sevi; Anadolu’da yaşayan Sünnisi de, Alevisi de, günahkarları da dahil, bu derece sapkınlığa aklen dahi müsamaha gösteremeyecek potansiyeldedir (çok şükür); o dönemlerde lakin !.. Fakat Sevi rahat durmamış, aldığı tepkinin, tehditlerin biletini Alevilere kesmiş; şahsının Alevi itikadına mensup olduğunu iddia ederek, bu ayinleri gizliden gerçekleştirmeye ve yaygınlaştırmaya çabalamıştır. Kendisinin Alevi olduğu iddiası ve sapkın ayin(ler)i ile Anadolu Alevi’lerinden kimseleri kafesleyemediğini, kafesleyemeyeceğini anlayan Sevi, iyice çıldırmış ve Anadolu topraklarında ‘Aleviler mum söndü yapıyor’ iftirasının da mucidi olmuştur. Bu iftira o dönemlerde pek zemin bulamamıştır, sebebi ise çok açıktır; toplum ucundan bucağından da olsa bilgili ve bilgi kaynaklı bilinçlidir. Toplum bilgisizleştikçe, cahilleştirildikçe, bu iftira zemin bulmuş ve bir sosyal cinayete dönüşmeye başlamıştır, yaşadığımız asır ve bir önceki asırda olduğu üzere. Meseleye bu boyuttan baktığımızda, Sevi gecikmeli de olsa –müfteri olarak-, asıl hedefine ulaşmıştır. Burayı bağlamadan, bir hususa değinmekte fayda görüyorum; mum söndü diye adlandırılan ayinlerin, sapkın bir Yahudi Tarikatı’nın uygulamalarından olduğunu teyid eden Yahudi yayın organlarından söz etmek de mümkündür, mesela Şalom.


Bu aşamada, sorulması gereken çok mantıklı ve yerinde bir soru var. ‘Peki, bu ayinler topraklarımızda hala gizliden de olsa yapılmakta mıdır ?’ Bu soruyu maalesef evetlemek durumundayız. Özellikle heva (nefsin zararlı ve günah olan arzuları) budalası kesimlerin ‘şehvette ve tatminde sınırsızlık’ safsatası ile bu gibi ayinlere devam etmekte olduğunu ve kendi eksenlerinde bu gibi sapkınlıkları ‘çağdaşlık’ diye pazarladıklarını, hatta bu durumu dünya çapında örgütleyerek profesyonel organizeler tertiplediklerini söyleyebiliriz. Malum; son kertede herkes, çağa bir elbise biçmekte ve biçtiği elbiseyi giydirecek karakterler ve kurbanlar aramakta. Biçilen modelin umumi sunumu da ‘çağdaşlık’.


Alevileri ve dahi Aleviliği zamanında kullanmaya çalışanlar olduğu gibi, bugün de buna kalkışanlar ve hatta bunu kıyasıya yapanlar var. Allah’ın varlığını değil sorgulamak, bilfiil inkar eden; Allah Rasulü Hz Muhammed (s.a.v)’i ve getirdiği dini kabul etmeyen birinin veya birilerinin ‘Alevi’ olduğunu, olduklarını iddia etmesi veya etmeleri nedir ?


Bu soruyu popüler zihniyetin tam ortasına saplayarak (bu konuda) satırlarıma ara veriyorum…

Bekle Beni - Bir Demet Şiir

 

Sevmek, ağır bir yük…

Aşk, soluksuz yolculuğa çıkmak…

Tutku ise uçurumlarda gezinmektir…

Çanakkale Şehitleri 100. Yıl – Hakkımız Var Mı ?

100 yıl geçti o günden bu yana; eksiksiz-fazlasız, tamtamına bir asır. Sırt sırta vermiş, Anadolu topraklarını düşmanın kirli el ve emellerinden temizlemek için savaşan yiğitlerin, benzeri nadir olan, Ashab-ı Kiram’dan esinlenerek tarihe not düştükleri zaferin üzerinden tam bir asır geçti.


Tüm dünyaya şaşkınlık yaşatan bir zaferdi. Bütün düşmanlar hayretler içinde kalmıştı; şaşkın oldukları kadar, mağlup da olmuştular. O gün, bugün her fırsatta konuşuldu Çanakkale’de verilen mücadele, hak edilen zafer. Evet, onlar hak etmiştiler zaferi, galibiyeti. Cephenin arka planında techizat temizleyen, yemek yapan, yaraları saran mücahide kadınlar; kınalı kuzu sıfatlandırılması ile cepheye koşmakta tereddüt etmeyen, şehit düşmek için dua eden, bir o kadar da, şehit düşmeden yeteri kadar düşman yok edebilme şerefine nail olabilmek için Yaradana yalvaran gençler, tıfıl delikanlılar; yıllarını bu topraklarda geçirmiş, ailesi, evi, sevdikleri bu topraklarda yaşayan koca(man) koca(man) yiğitler; hayatlarını İslam’a, ümmetin refahına adamış delikanlı ihtiyarlar; hepsi galibiyeti hak etmiş, zaferi tadımsamış ve en önemlisi, ne için savaştıklarını bilen, her biri şahsına münhasır timsallerdi.



Evet; Çanakkale’de savaşanların genci de, orta yaşlısı da, ihtiyarı da ne için savaştıklarını biliyorlardı. Orada, o gün Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Gürcü vesaire yoktu; yek vücut olmuş Müslümanlar vardı zira. Ümmet şuurunu yüreklerine sindirmiş; o günün öncesinde birarada yaşamayı, birbirlerini kendi nefisleri gibi korumayı, bu şuurun gölgesinde görev edinmiş Müslümanlar vardı. Tek bir hedefleri vardı; topraklarımızda, ümmetin üzerinde dolaşmaya çabalayan düşman elini kökünden kesip atmak. Düşmanın eli kadar, emellerinin de kirli olduğunu çok iyi idrak etmiştiler; canları pahasına da olsa izin vermemeye yemin içtiler; vermediler de, sildiler düşmanı ve emellerini topraklarımızdan. Çanakkale’de savaşan sadece bedenler değildi; ümmet şuuru savaştı, İslam ruhu kıyasıya çarpıştı düşman miğferleri ile. Ve Allah(c.c), Hatemü’l Enbiya’nin Ashabı’na lütfettiği zaferlerin benzerini, o gün senin, benim, hepimizin dedelerine ve nenelerine lütfetti. Çünkü; o günün savaşının ruhunda yatan amaç, yürekleri sarmış olan İslam inancını yere düşürmemekti.


Peki ya biz ? Bizim, bu bilinçli, mertlik abidesi, art niyetlerden uzak, sadece hakları olan can, akıl, din, nesil ve mal emniyeti için savaşan ve verdikleri bu asil savaşta şehit düşenleri anmaya, onların yaptıklarından yola çıkarak gururlanmaya, onları sahiplenmeye hakkımız var mı ?


Bugün’ün Türkiye’sine bakalım bu sorumuza cevap bulabilmek için…


Çanakkale’de belirleyici unsurlardan biri olan ‘ümmet şuurundan’ zerre göremiyoruz bugünün Anadolu’sunda ve Türkiye’sinde. Bırakın ümmet şuurunu; ırklar birbirlerine kin kusuyor, iftiralar atıyor, birbirlerini öldürüyorlar. Biri yüce ırk olmaktan dem vuruyor, diğeri özgürlüklerinin kısıtlandığından. Biri kendine uydurma seanslarında bir ırkın kültürünü yok etmek istiyor, diğeri haklarını elde etmek için ölüm tüccarlığı yapıyor. Hatta biri, kendi ırkdaşlarını sırf hunhar savaşlarına destek vermedikleri için fişleyebiliyor, daha da ileri gidip katlediyor. Hangi ırktan olursa olsun; bu şekilde davrananların Çanakkale şehitlerini dillerine dolayıp anmaya hakları olabilir mi ? Asla ve kat’â… Ümmet şuurunu zedeleyenler, Türkiye topraklarındaki birlik ve beraberliğin altına dinamit koyanlardır. Herhangi bir ırk değil problem olan; ırklar üzerinden bazı zihinlere pompalanmış zihniyet en büyük problemimiz. Bu noktada ırkından dem vuranlar, paylarına düşeni almalı ve ecdadın hakikatleri ile yüzleşmelidirler.


İnsanımızın diğer bir ızdırabını, algıda yaşadığı dejenereyi ortaya döken başka bir vaka. İstanbul’un ılık günlerinden, öğle saatleri. Altmışını devirmiş ihtiyar bir amca Nişantaşı bölgesinde evine doğru ilerlemekte. Amcanın kıyafetleri nostalji havasında; pantolon, gömlek, hırka ve başında fesi. Sokağın diğer ucundan da bir teyze yaklaşmakta; süslenmiş, püslenmiş, baya da allanıp pullanmış, moda ikonu adeta; malum, orası Nişantaşı. Teyze homurdanmaya başlıyor karşı yönden gelen amcayı görünce. Atılan adımlar sayesinde, sokağın aynı eyleminde hizalaşıyorlar ve teyzenin homurdanışı belirgin kelimelere dönüşüyor: 
- Beyefendi, beyefendi. Nedir senin bu kıyafetin ? Cumhuriyetin kurucuları seni bu halde görse idiler, ne olurdu ?



Soruyu garipseyen ve anlamsız yadırgama karşısında üzülen amca, buğulu gözlerle moda ikonu teyzemize bakarak:

-Hanımefendi, peki, ya seni bu içinde gezindiğin İstanbul’u fethedenler bu halde görse idiler ?


Ardını getirmemiş amca, sözü öylece sokağın ortasına bırakıp devam etmiş yoluna. Teyze, amcanın ne demek istediğini yakalayıp kızarmış bir parça, başını yere eğerek hızla uzaklaşmış oradan. Bir hikaye değil bu veya tasavvur; yaşanmışlardan bir kesit, Nişantaşı’nda esnaflık yapan bir ahbabımdan dinlediğim bir vaka. Anadolu topraklarında yaşayan, Çanakkale cephesinde savaşan, o cepheye eş, evlat, kardeş gönderen mücahide kadınlar süslenmeyi, allanmayı pullanmayı bilmiyor mu idiler sanıyorsunuz. Elbette biliyor idiler; lakin çok önemli bir nüans farkı ile süsleniyor idiler. O mücahide kadın(lar), eş(ler)ine süsleniyor, eş(ler)i ötesinden dişiliklerini her anlamda sakınıyor ve saklıyor idiler. Bugün, teşhircilik hastalığına tutulmuşcasına, kendini soyunabildiği ve gösterebildiği kadar özgür sanan, kucaktan kucağa gezmeyi en tabii hakkı gören, toplumun ahlaki yozlaşmasını tetiklemek için dişiliğini kullanan kadınlar için mi savaştı Çanakkale Şehitleri ? O günün şehitleri, bu sözünü ettiğimiz kitlenin kadınlarını görse idiler, mideleri bulanırdı. O günün şehitleri, Çanakkale Zaferi’nin dört yıl sonrasında, Maraş sokaklarında örtüye uzatılan ele kurşun sıkmayı bilen Sütçü İmam gibiler için savaştılar. O günün şehitleri, örtülerinin üzerlerinden çekilip alınmasına canları pahasına izin vermeyen müennesler için şehit düştüler. Bu kıstaslara ihanet etmekle kalmayıp, bu kıstasları ‘gericilik, yobazlık’ gibi kavramlar ile kategorize edenlerin değil o şehitleri anmaya, dillerine dolamaya dahi hakları yoktur. Hayasızlık esasına gelince; tekrar altını çizmek istiyorum; örtünmemek ilk kertede hayasızlık değil, ilahi bir emiri ihlalden ötürü fısktır (günahtır). Hayasızlık; örtünmemek ile kalmayıp, bunu ahlaki yozlaşmanın silahı olarak kullanmak, örtünenlerin örtünmesine engel olmaya çalışmak, bunu medeniyet diye pazarlamak ve örtünenleri mahalle baskısı, psikolojik savaş gibi silahlar ile ezmeye çalışmaktır. Şayet örtünmek gericilik ise; Çanakkale’de savaşanların hepsi ya gerici, ya da gerici evladıdır!.. Üniversitelerde, muhtelif zihniyetlerin kurduğu ikna odalarını ve o odalarda maruz kaldıkları baskı neticesinde bunalım yaşayan körpe beyinleri unutmamalıyız. Suçları, İslami bir emiri yerine getirmek. O ikna odalarını kurmak, o odalarda baskı yapmak ve yapılan baskıyı haklı göstermeye çalışmaktır hayasızlığın dik alası.


Bir kavmin helak olmasına sebep olan livata (homoseksüellik), cinsel özgürlük olarak pazarlanıyor bugünün Türkiye’sinde. Patalojik bir eğilim olduğunu düşünen psikologların dahi önü kesiliyor ve cinsel tercih felsefesi yaygınlaştırılıyor. Çanakkale Şehitleri öyle mi ? O şehitlerin kemikleri sızlıyordur, livatanın kol gezdiğini müşahede ettikçe. Bunu meşrulaştırmayı da aştık artık, utanmazlığımızı katmerleştirip, bir de homoseksüelleri koruma dernekleri kurduk. Neden mi ? Korumak falan bahane, bu fesadı, bu haramı, ahlaki yozlaşmanın en iğrenç boyutlarından birini yaygınlaştırmak adına kurduk o dernekleri. Özgürlük adına yaptık bunları. Bir de slogan geliştirdik, tepki verenleri susturmak ve dikkatleri başka yöne çekmek için. ‘Homoseksüellere ve homoseksüelliğe tepki veren erkekler, kendilerini açığa vuramayan gizli homoseksüellerdir’ gibi deli saçması bir slogan geliştirdik ve toplumu bastırdık. Şimdi, ben, nesil emniyetini tahrip eden, inancımın kesinlikle yasakladığı bir eğilime tepki vermekten çekineceğim, öyle mi ? Profesyonelce hazırlanmış bir tezgah, direnmeyi bırakan kitleler usul usul kabullenmeye başlarlar. Çanakkale Şehitleri, zikrettiğim sloganı atmaya cüret edeni dipçik manyağı yapardılar. Bu çamurlaşmaya, bu dejenereye göz yumuyoruz ve bizim o şehitleri anmaya hakkımız (mı) var..?


Bu ifade ettiklerim, ülkemizin tablosundan bir kaç kesit sadece. Çanakkale’de denize döktüğümüz düşman, bürokrasi üzerinden tüm emellerine ulaştı. Düşman, daha rahat bir kapıdan girdi ülkeye. Biz düşmanı yenmiş ve düşman bizim kültürümüzü esas almak zorunda iken; düşmanın ne kadar deli saçması olan kanun ve uygulaması varsa, topraklarımıza transfer ettik. Ve bugünün Türkiye’sinin hali ortada.


Çanakkale Şehitleri’nin ruhları şad olsun, diri bir hayat yaşıyorlar, sınırsız bir mükafat içinde yaşıyorlar o hayatı üstelik. Lakin; bu gidişatı değiştirmez isek, çok kötü bir şekilde yakamıza yapışacaklar. Koca bir milletiz biz. Çanakkale Şehitleri’nin torunları, emanete sahip çıkamayan torunlar… Aklımız ile dalga geçiyorlar, hatta yok sayıyorlar aklımızı; geçmişimizi, menşeimizi ve menbaımızı zehirlediler.


Çanakkale Şehitleri’ni anmak bir görev değil, asil bir haktır aslında. Ve bizim böyle bir hakkımız olmadığını düşünüyorum.

O yiğitlerin, anaların, genç kızların, tıfıl delikanlıların uğruna savaştıkları değerlere, emanete sahip çıkamadığımız için, böyle bir hakkımız olmadığını düşünüyorum. Onları unutmamamız gerektiği gibi, nasıl bir emanet teslim aldığımızı da unutmayalım. Unuttuk halbuki; en önemli kriteri, esası, faktörü unuttuk; Çanakkale’de verilen ve kazanılan savaşın asıl sebebini unuttuk. Bunu unutan, şehitleri de unutmuş demektir. Dostlar alışverişte görsün misali, o şehitleri anmak, dilimize dolamak hayasızlık, küstahlık ve çaresizlikten öte bir şey değil halbuki. 



Emanete sahip çıkamadığımız gerçeğini kabullenmek zorundayız. Bu gerçeği kabullenip sıkılmadığımız ve hatta utanmadığımız sürece, emanet daha da tarumar edilecek ve tüm değerlerimiz tam anlamı ile ayaklar altına alınacaktır. Emaneti hep beraber düştüğü yerden kaldıralım; işte o zaman şehitlerimizi şanlarına uygun şekilde anarız.

Realiteyi görmezden gelerek, her şey güllük gülistanlık imişcesine anmaya devam ettikçe; üzerimize sinmiş olan asimile sürecine karşı her geçen gün daha fazla bağışıklık kazanıyoruz. Mikrop ile yaşamayı öğrenen bedene döndük, ayakta ama hasta. Yaşıyor ama bağımlı, hür gibi görünüyor ama pagan zihniyetin pençesinde. Kendimizi iyileştirmezsek, değerlerimize bulaşan bakterilerin bizi yok edebileceğinden emin olabilirsiniz.


Çanakkale Şehitleri’ni anma hakkını kazandığımız günlerde buluşabilmek ümidi ile…


O şehitleri en güzel anlatan, onların şehadetini en güzel şekilde mükafatlandıran şöyle buyuruyor:

“Ve Allah yolunda katledilenlere «Ölülerdir» demeyiniz. Bilakis, onlar diridirler, fakat siz bilmezsiniz” (Bakara Süresi; Ayet 154).

Chat(1)

00011101010000111  &  11111000100010
010101010111111110  ^   00011111111111
11010101010101010 ||  11101010101010


Yazdığın, sesli ifade ettiğin tümlerin; ikili (sayısal) düzene dönüşüp yola çıkıyor; internet denilen alemin güzergahında rotasını çiziyor, istediğin hedef(ler)e ulaşıyor. İkili düzenden, senden çıkmış orjinalliğine dönüşüyor ve hedef(ler)inin algısına (ekranına, hoparlörüne vesaire vesaire) yansıyarak seni anlaşılır bir paylaşımcı kılıyor. Dijital iletişim. Sanal sohbet.

Bu imkan, devlet bazında militer organlar tarafından kullanılıyordu. Zamana eşlik ederek ilerleyen imkanlar ‘PC’ denilen bir imkanı –lüks evrimi- sundu evlere. Personal Computer: Kişisel bilgisayar. Bu inovasyon öncesinde, devlet kurumları ve ticari sektör bürolarından öteye geçememişti bilgisayar; pahalı ve gereksizdi. Bazıları için hep böyle kalsa idi keşke; ödenilemez bir lüks…

Derken; evlere girmiş bilgisayarları, sohbet için de kullanmaya başladı insanlar(ımız). Kan-ter içinde ortamlar arıyor, çeşitli siteleri geziniyordular.  Aynı hızda çeşitli siteler kuruldu; muhtelif yazılımlar hazırlandı sanal sohbeti yaygınlaştırmak ve zenginleştirmek için.

Müthiş bir imkan, hayretle kullanılacak bir lüks insanlık için. Sanal sohbet; dünyada biraraya gelmenizin mümkün olmadığı insanları tanımak değil de, dinleme fırsatı veriyor size zira. İyi bir gözlemci iseniz, dünyadaki düşünce renklerinin bir çoğundan haberdar olabileceğinizi söylemek mümkün, sanal sohbet vesilesi ile…

Toplumumuzda, sık sık müşahede ettiğim ve düşüncelere daldığım bir husus; tüketim hunharlığı. tüketici canavarlığı. Bir çok konuda olduğu gibi, chat konusunda da ayarsız bir hunharlığımız var. Çok az konuda bilgisi olan; buna mukabil, her konuda konuşabilenler cenahından olmamız hasebiyle; kendi çapımızda türlü türlü tanımlamalar, saçmasapan kıstaslar getiriyoruz sanal sohbete. Herkes profesyonel chatçi, herkes racon belirleyici adeta…

Lakin, az biraz akıl sahibi olarak baktığınızda…

İnsanları birbirine düşürerek sohbet tetiklediklerini iddia edenler, birbirlerine düşürdükleri insanları izlerken geviş getirenler, sırları ağızdan ağıza dolaştırarak dedikodu kazanı kaynatanlar, stres atmak adına edep çizgisini zorlayanlar, insanların ayıpları ile dalga geçenler, çevrenin ayıplarını ortaya dökerek kendi pisliklerini örtenler, çözüm üretmek yerine kaos peşinde olanlar, diğerlerinin mutsuzluklarından mutluluk duyanlar, dikkat çekmek için dorselerini yırtanlar, dikkat çekme boyutunu terbiyesizliğe kadar taşıyanlar, ‘Reklamın kötüsü yoktur’ felsefesi ile her türlü orostopolluğu mübah telakki edenler, kendi ailelerindeki müennesler dışında (chate katılan) tüm kadınları birer mastürbasyon unsuru olarak gören hanzolar, fahişelere haddini bildirme kamuflesi ile yetmiş milyonun çocuğu gibi davrananlar, hedefine ulaşmak için en iğrenç metodlara başvurmaktan çekinmeyenler, anomi hastalığına tutulup kendini yeğane belirleyici sananlar, muhaliflerini klişe yaftalara sarılarak bastırmaya çalışanlar, bilgi paylaşımından maada ego tatmini peşinde olanlar, narsistleşmiş karakterlerini doyurmak için çırpınanlar, en adi hareketleri zeka ürünü imiş gibi pazarlayanlar, sosyal şizofrenilerini çamurluk yaparak kabul ettirmeye çalışanlar, ‘Bütün erkekleri içimde misafir edebilirim’ nidasında kırıtanlar, ‘Kadınların hepsi bana hasta’ şarlatanlığında sırnaşanlar, şeytanlığı marifetin en üst şubesinden görenler; bunlara ne yaptıklarını sorduğunuzda, ‘Chat yapıyoruz şurada’ cevabını alıyorsunuz. Dahası da var. Bu sayageldiğimiz tutumları, bu alemin dorseliğinden ötürü tercih ettiklerini söylüyorlar. Yalan söylüyorlar…

Davranış bilimleri uzmanı olmak şart değil, bazı detayları yakalayıp analiz yapabilmek için…

Mesela…

Chat ortamında kendilerine gereken saygının gösterilmediğinden şikayetçi olan; sanal sohbet ortamlarının dikenlik olduğunu dikkate aldığını sanan kadınlar. Küfürcülerden, ağzı salyalı hanzolardan, kadın sesi duyduğunda El(izabeth) ile sevişmeye başlayanlardan şikayetçi oluyorlar. Olabilirler. Lakin bu kadınlar; evet evet bu kadınlar, dikenliğin içinde gezinir iken ince çorap giymekten de geri durmuyorlar. Sonra da giydikleri ince çorap kaçınca, bağırıp zırlıyor, duygu sömürüsü yapmaya başlıyorlar. Sen değil misin gezdiğin yerin dikenlik olduğunu anlayabilecek kadar zeki olduğunu iddia eden ve buna karşın o dikenleri üstüne çekebilmek için dikenlerin arasında bale yaparcasına cirit atan..? İnce çorabı giyer, dikenlerin arasında sahne budalalığı yaparsan, çorabın (içine) kaçar Gülüm. Sen, sen ol; dikenlikte ince çorap giyme, sahne manyağı ise hiç olma.

Az biraz daha mesela…

Chat ortamından nemalanan, küfürcüleri saflarına çekip tetikçi olarak kullanan, ağzı salyalı hanzolara ucundan gösterip ellerine mavi boncuk tutuşturan kadınlar. Bunlar profesyonel chatçi kendi deyimlerine göre; sosyal ahlak skalası ise amatörlüğü aşmış, işi profesyonelliğe dökmüş fahişe diyor böyle davrananlara. Bunlar bahsi geçen ince çorabı bilinçli giyerler; dikenlerin arasında öyle bale ile de uğraşmazlar, direk gangnam stiline bağlar, ince çoraplarının kaçması için dehşet bir efor sarf ederler. Amaçları nettir aslında, kaçan çorabın içinden bıngıl bıngıl serpiştirmek isterler ortalığa. Çok da namusludurlar bunlar, kimseye koklatmazlar hatta (güya). O çorap kaçtığında, değil alık alık bakanları, reaksiyon neticesinde gözleri kayanları dahi yadırgayarak namus raconu keserler. Buna paralel olarak,  ‘Ayh….çorabım kaçtı’ gibi dişi refleksleri de cilve ağı olarak kullanırlar. Bu cenahın hiç dayanamadığı vaka şudur; birilerinin ‘Hıyarım var’ dediğini duymaya görsünler, tuzluğu kapıp koşarlar; yapılacak bir şey yok, hıyarı tuzluyarak yemekten aldıkları hazdan kaynaklanıyor. Böylelerine tükürmeyi israf sayanlardan olduğumuz sürece, orostopolluklarını çevreye bulaştırma lüksleri minimum dereceye düşecektir.
 
Bir de…
Bir de asil kadınlar var arkadaş, tüm dünyayı asaletleri ile güzelleştiren kadınlar. Mahremlerini konuşmayı zul addederler, görüntü salaklığı yapmazlar, güzelliklerinin malzeme yapılmasından rahatsız olurlar vesaire vesaire. Fazla söze gerek yok bu güruhu tanımlamak için. Dileğim şu; her akl-ı selim erkeğin başına gelebilecek en güzel şeydir asil kadın!.. Bunlardan da, çok nadir de olsa, chatin bir kaç yerine serpiştirilmiş, var; kıymetleri bilinsin, kâfî…

Erkekler mi ?
  
Fırsatım olduğunda, bizi de geçireceğim kalemimin süzgecinden; sıkıntı yapmayın hatunlar.

Kul ve Vatandaş

Ardımızda bıraktığımız günlerden, akşam saatleri; sosyal çevremden bir arkadaş ve ben; çaylarımızı yudumluyoruz. İkimizin de keyfi gıcır; günün yükünü hafifletmiş laflıyoruz oradan buradan, az biraz da havadan sudan. Kelamlaşmamız orada burada gezinir iken, söz gelip Osmanlı’ya uğruyor. Demokrasi hayranı arkadaşım tespitte bulunuyor ışık hızı ile:
- Efendim, Osmanlı’da kul anlayışı var idi, bugünün Türkiye’sinde hakim olan ise vatandaş anlayışıdır.

Bu tespiti duyduğum anda ani bir refleksle soruyorum:
- Nasıl, nasıl ? Şimdi ne anlayışı var ?
- Vatandaş anlayışı.

Samimiyetimize dayanarak az biraz ironileşip, içeriği daha yoğun bir soru yöneltiyorum arkadaşıma:
- Tamam Şekerim. Bana şu kul anlayışı ile vatandaş anlayışı arasındaki farkı bir anlatır mısın; örneklendirerek yapabilirsin bunu mesela.
- Elbette. Türkiye’de seçme ve seçilme hakkı var; devleti yönetmek için aday olabiliyor veya adaylar arasından uygun bulduğumuzu seçebiliyoruz mesela.

Seçme ve seçilme hakkında söz eden arkadaşımın yüzüne bakarak; aramızdaki hukukun verdiği rahatlıkla ironi dozumu arttırarak:
- Seçiyor muyuz ? Hmmm, neye göre seçiyoruz Şekerim ?

Bu sorumun ardından arkadaşımdan garip sesler çıkıyor; birbirine iliştirilerek kelimeler oluşturulamayacak sesler:
- Neyznege...gegakukua.

Sonra toparlanıyor arkadaşım:
- Nasıl yani neye göre seçiyoruz ?

Şaşkınlığı ve sorumu garipseyişinden kaynaklanan alıklığına tepki olarak, ben:
- Ebenin amsterdamı. Evet, neye göre seçiyoruz, seçme ve seçilme hakkımızı düzenleyen kanun, kural, ölçü ne ?

Sorumu yakalayan arkadaşım:
- Türkiye anayasasına göre.
- Haklısın, anayasanın ‘Siyasi Haklar ve Ödevler’ başlıklı bölümünde, vatandaşın seçme ve seçilme hakkına dair bütün unsurlar belirlenmiş, açıklanmış ve en önemlisi hudutları çizilerek kapsüllenmiştir. Hatta bu bölümde, senin vatandaş anlayışı dediğin özelliğin temel esası olan ‘Türk vatandaşı’ da tanımlanmış, vasıfları kayda alınmıştır.

Arkadaşım, anayasanın net çizgiler koyduğunu vurgulamak amacı ile beni tasdikleyerek:
- Aynen, seçme ve seçilmenin resmi, anayasanın o bölümünde çizilmiş.
- Hmmm, benim seçme ve seçilme hakkına sahip olabilmem için –yaş, vatandaşlık, askerlik ve benzeri konularda koşulan tüm şartlara haiz olduğumu düşünelim-, Türkiye’de yürürlükte olan anayasayı onaylamam ve kabullenmem gerekiyor değil mi ?

Beni istediği noktaya yaklaştırdığını düşünen arkadaşım çayını yudumluyor ve:
- Evet Kaan, ne sanmıştın ?
- Bu noktada seçilme değil de, seçme hakkımı kullandığımı düşünelim. Herhangi bir tercihte, seçimde bulunur iken, aslolan hür iradedir ve herhangi bir baskının, etkenin gündeme gelmemesi ‘olmazsa olmaz’ şartlardandır. Mütalaasını yaptığımız seçme hakkımdan yola çıkarak oy kullanır iken öncelikle resmi ideolojiyi tasdiklemek zorunda kalıyorum, doğru mu ?

Arkadaşım, gözlerinde meramını anlatabilmişliğin parıltıları ile:
- Doğru. Oyunu kullanır iken önce resmi ideolojiyi tasdik ediyorsun, sevdim bu tespitini.
- Daha da açacak olursak; ‘Bu anayasaya göre beni, bizi, ülkemizi, x isimli partinin gölgesinde v isimli şahıs yönetsin’ diyoruz oy kullanır iken. Diğerleri de ‘Yok, kanımca bizi y isimli partinin gölgesinde z isimli şahış yönetmeli ‘ diyor ve tercihlerini o yönde kullanıyorlar.

Bu cümlelerimi dinleyen arkadaşıma:
- Şimdi, ben akıl sahibi bir insan olarak soruyorum. Kafadan, yargısız ve değerlendirmeye tabi tutmadan, hesabını yapmadan, bir unsuru (sistemi, ideolojiyi, fikri, siyasi kuramı vesaire); ki bizim durumumuzda sistemi; tasdik etmeye zorlanıyor isem, senin tenkit ettiğin kul anlayışı (Osmanlı’nın bazı dönemlerinde padişaha kayıtsız, şartsız itaat beklenmiştir maalesef; her döneminde değil lakin, Fatih S. Mehmet kadı huzuruna çıkmaktan gocunmamıştır mesela!..) ile demokrasi hayranlığından dolayı tellallığını yaptığın vatandaş anlayışı arasında ne fark var ?

Aklını kullanmayı seven, tüm olasılıkları gözden geçirme taraftarı olan arkadaşım, biraz düşünceli, biraz da temkinli:
- Şey, ehmm; bu açıdan hiç bakmamıştım doğrusu.
-‘Şey, ehmm’ tabi. Ben sana söyleyeyim farkı. Batıdan sandıklar ile getirdikleri zihniyetin algılarımıza şırıngaladığı saçmasapan bir hayat. Nasıl bir vatandaş anlayışından söz ediyorsun bana ?
- Hakların var; seçme ve seçilme, dinini tercih, düşünce özgürlüğü gibi hakların var sistemde, demokratik laik düzende.
- Bilirsin, yeri geldiğinde Osmanlı’yı İslam’ın referansında acımasızca elestirdiğim konular vardır. Sıraladığın hakların bir çoğu, daha kapsamlı şekilde Osmanlı sultasının gölgesinde de vardı. Osmanlı’nın iktidarı tereke gibi babadan oğula geçirmesi gibi konulara, başka bir sohbetimizde el atarız; mevcut sistemde haklarımı kimler belirliyor ?
- Yönetenler, iktidarı ellerinde tutanlar; anayasayı ihtiyaç hasıl oldukça dizayn edenler.
- Bu yetkiyi seçimler neticesinde alıyolar da; haklarımı belirler iken dayandıkları kaynak, beslendikleri menba ?
- Kendi akılları.

Bu cevabı vereceğini bildiğim arkadaşıma odaklanan bakışlarımda yoğunlaşan sorgulayışım ile ve yinelemesini istercesine:
- Ne dedin, ne ?
- Evet Kaan, kanunları belirlerken kendi akıllarından besleniyorlar.
- Yani, benden beşeri olan bir sistemin, beşer kaynaklı kanunlarını tasdiklemem bekleniyor..?
- Tam olarak bu bekleniyor, evet.
- Hiç kimse kusura bakmasın. Ben beni yaratan mükemmel bir varlığa, ALLAH’A –ki tüm insanlığa peygamberler gönderilmiş; sadece inanç esasları değil, yaşam disiplinleri tebliğ edilmiş; iktisadi, hukuki, siyasi, sosyal ve ahlaki kıstaslar emredilmiş- inanan bir müslüman, bir insan olarak; benim gibi yaratılmışların kendi yanlarından çıkardığı, hatta kendi yanlarından çıkarmakla kalmayıp, bu kanunların ilahi kanunlardan daha üstün olduğunu iddia ettikleri tüm deli saçmalarını reddediyorum. Ve bunu yapar iken sadece inancımdan beslenmiyorum; bilakis zekamı ve mantığımı tüm hatları ile kullanarak, idrak ve algımı temizleyerek aklımdan ve dimağımdan da besleniyorum. Ne ‘dinci, yobaz, gerici’ gibi yakıştırmalara takılıyorum, ne de komplekse giriyorum. Ben, inandığım kitapta bana verilen isim dışında, tüm isim, tanımlama ve sıfatları reddediyorum. Müslüman. Benim adım Müslüman. Ve unutmuyorum; Peygambere ‘Deli, sihirbaz, mecnun, aile-evlat arasını bozan’ gibi yakıştırmalarda bulunan zihniyetin, tiniyetin, kendini ilahlaştıran düşüncenin, bana ‘dinci, yobaz’ gibi yaftalar ile yakıştırma yapmasının doğal ve tabiatlarına uygun olduğunu unutmuyorum. Oluşturulmak istenilen havanın rüzgarına kapılmıyorum, aksine; düşünüyor, tahlil ediyor ve düşünce süzgecimden geçiriyorum. Düşünce süzgecimin iki önemli şubesi. Aklım. İnancım. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim. Benim, benim gibi yaratılmış insanların gündeme getirdiği ideolojilere teslim edilecek bir aklım yok !..

Beni dikkatlice dinleyen arkadaşım:
- Söylediklerin çok mantıklı aslında, lakin dinin istismar edildiğini de unutmamak lazım.
- Suistimalse sıkıntı, asıl problem din istismarının istismarıdır arkadaşım. Bu da enine-boyuna mütalaa edilmesi gereken, propaganda arenasında malzemeleştirilen önemli bir handikap. Çok daha önemli bir husus var değinmek istediğim. Tarihi kurcalıyorum; her yıl gurur ile, göğsümüzü kabarta kabarta andığımız, imkanlarımız dahilinde ziyaret ettiğimiz, ‘Ruhları şad olsun’ gibi ifadelerle yâd ettiğimiz Çanakkale Şehitleri ile konuşuyorum, haklı olduğumu söylercesine yere bakıyorlar neden savaştıkları ve şehit düşmek için dua ettiklerini sorduğumda; ‘Biz bugün geliştirdikleri, Anadolu topraklarında yaşayan insanları mahkum ettikleri düzen için savaşmadık’ diyebiliyorlar sadece. Bir toprağın sadece kime ait olduğu değildir önemli olan; o toprağın üzerinde nasıl yüründüğü, neler yapıldığı ve neler için kullanıldığı çok daha önemlidir. Dilerim, Çanakkale’de yatanların hiç biri, uğruna savaştıklarına ettiğimiz ihanetten ötürü yakamıza yapışmaz.

Tarih konusunda yüklü ve hassas olan arkadaşımın duygulandığını hissedince, sohbeti tadında bırakmak istiyorum. Hesabı ödedikten sonra kafeden ayrılıyoruz. Ertesi gün görüşmek üzere sözleşip vedalaşıyoruz arkadaşım ile.

Hep düşünürüm; bizi yıllarca nasıl aldattıklarını, psikolojik savaşta nelerle susturup bastırdıklarını düşünürüm hep. Yıllarca gururla söylediğimiz, bizi temsil ettiklerini sandığımız vekillerin oturduğu meclisin duvarında koca harfler ile yazılı olan cümle; Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Kocaman, büyük harflerle yazılı üstelik. Dimağlarımızı, algılarımızı manipüle ettiler, öyle böyle de değil. Yaratanın varlığına inanan; ‘Egemenlik, hakimiyet kayıtsız şartsız ALLAH’INDIR’ esasına dayanan İslam inancına tabi olan bir insanın ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ diyebilmesi mümkün müdür ?

Biz; sen, ben ve onlar; satırlarımda tanımladığım hepimiz; bakan, görme yetisine sahip olan; lakin bakarken göremeyen körler miyiz ?

Yazmak

Yazmak, paylasmaktır…

Yazmak, içini dökmektir…

Yazmak, tek bir tonda resim çizmektir…

Yazmak, hayal gücünün fırtınasından serpilen kırıntıları serdetmektir…

Yazmak, fikrini beyan etmek, düşüncelerini satırlara bulaştırmaktır…

Yazmak, düsünce pencerelerini aralayıp soluklanmaktır…

Yazmak, kelimeleri üst üste yığıp düşünce ufkunda yükselmektir…

Yazmak, düşünce dünyanızı kalemle buluşturarak kitlelere ulaştırmaktır…

Yazmak, konuşmadan konuşmaktır; yazmak kendine konuşup, kendini dinlemektir…

Yazmak, dünyaya açılmanın en deli kıyısıdır…

Yazmak, fikirlerinizdeki dilimleri önemseyen kişilere sunmaktır…

Yazmak, kimin ne düşüneceğini umursamamak, bir o kadar da umursamaktır…

Yazmak, unisex düşünmektir…

Yazmak, kimilerinin beynini taciz etmek, kimilerinin ruhunu tatmin etmek, kimilerine de hic bir sey yapamamaktır…

Yazmak, cümlelerle elbise dikmektir…

Yazmak, okumaktan doğan en güzel çocuktur…