Üç aydır
izliyorum, ülkemi ve yurdum insanını. İzledikçe hayretlere düşüyorum. Kah
karamsarlığa kapılıyorum, kah hiddetleniyorum; çoğu zaman da geçmişten
süregelen köhneliğe, bağnazlığa, tekdüzeliğe ve fikirsizliğe söyleniyorum. Ve
her defasında yaratılış gayemi anımsıyor; insanın çeşitli kabiliyetleri olduğu
kadar türlü türlü zaaflarının da olduğunu hatırlıyor ve kendime geliyorum.
Varoluşun, salt bu dünyadan ibaret olmadığını içime sindire sindire tebessüm
ederek, hakikate yolcu ve yoldaş olabilmenin ümidini taşıyor ve inadına yaşıyorum.
Neden mi hayretlere düşüyorum, ülkemi ve yurdum insanını izler iken ? Kirli propagandaların çokluğundan maada; zihinlerini, algılarını ve muhakeme yetilerini, kendi fikirlerini destekleyen her sese hesapsız teslim eden insan(lar)ımın çokluğundan düşüyorum hayretlere. Menfaat güden; rantları için ailelerini kurban edebilecek kadar yitikleşen; sosyal, iktisadi ve ictimai hegemonyalarını kaybetmemek adına envai ihaneti, adiliği ve adaletsizliği mübah telakki eden; necis hedeflerini pragmatizm sahillerinde oportünist şezlonglara yayılarak haykıran solucan ve sürüngen karakterlilerin kobay(lar)ına dönüşen insan(lar)ımın çokluğundan düşüyorum hayretlere.
Mesela...
7 Haziran 2015
tarihli genel seçimlerde AKP %40.87 (258 milletvekili), CHP %24.95 (132
milletvekili), MHP %16.29 (80 milletvekili), HDP %13.12 (80 milletvekili)
oranında oy aldı. Sultayı yaklaşık 13 yıldır elinde tutan partiye karşı ‘%60’
oranında bir zafer kazanılmıştı sanki, bazı kesimlerin iddialarına göre. Oysa
Türkiye ve benzer ülkelerdeki demokratik(!) sisteme, seçim ve siyasi
yönetmeliğe (en fazla oy prensibi) göre seçimin kazananı AKP idi, aldığı %40.87
oy oranı ile. Buna rağmen, %60’lık bloktan söz ediliyor ve AK partinin seçimi
kaybettiği söyleniyor ve zafer çığlıkları atılıyordu. Cüneyt Özdemir gibi,
terör yanlılığını AKP düşmanlığının ardına saklamaya çalışan sözde haberciler,
Sırrı Süreyya Önder gibi Gezi provokatörü, teröre hamallık yapmaktan haz alan
karakterleri ekranlarına taşıyor, omuzlarını sıvazlıyor, ‘kadim dost’ olarak
takdim ediyor ve zafer sarhoşluğunda kahkahalar atıyorlardı. Aynı Cüneyt
Özdemir, Gezi kalkışmasında gündeme gelen genç bir kızı yayınına ‘cici kız’ olarak taşımıştı. Cüneyt Özdemir gibi,
AKP düşmanlığını meslek haline getiren, bu düşmanlıklarının ardına saklanarak
tüm hain duygularını, iğrenç emel ve ihtiraslarını hayasızca teşhir
edebilenlerin ekrana taşıdıkları cici kız, PKK saflarına katılmak için Kandile
gidip, kendini terör örgütüne gerilla olarak teslim eden Ayşe Deniz
Karacagil’den başkası değildi. Millet bunu unutmuştu; Cüneyt Özdemir ve Sırrı
Süreyya Önder dostluklarının, diğer adı ile terörden beslenme ittifaklarının
zafer çığlıklarını atar iken yüzleri kızarmıyor ve hararetli hararetli konuşabiliyorlardı.
Biliyorlardı çünkü; bu millet unutkandı, bu millet fanatizmin gölgesinde fikir
bunalımı yaşayan kurbanların ezici çoğunluğundan oluşan kitlelerden ibaretti.
Bu millet Gezi’de kullanılan gençlere güttürülen hesapları dahi unuttu. Gezi
sözcüleri, hükümet ile görüşmelerinde taleplerini sıralar iken, ‘Üçünçü köprü
ve havalimanı inşaatları durdurulacak, projeler iptal edilecek ve bu iki
girişimden kesinlikle vazgeçilecek’ gibi akla zarar, ‘ihanet manifestosu’
telakki edilecek beyanatları dillendirmekten hiç çekinmediler. Üstlendikleri
ihale buydu ve patronları sınırötesinden yönlendiriyordu bu taşeronları. Bu
millet, sözde ‘özgürlükçü’ Gezi sözcülerinin bu taleplerini dahi unutmuştu.
Propagandaya göre; iktidar bağnaz; Gezi özgürlük için direnen bir hareket ve bu
harekete destek verenler adaletli cesurlardı. Propaganda yerini bulmuştu ve
Gezi muhalif kanadın zihnine bu şekilde yazılmıştı artık. Muhalif kanat, nasıl
ve ne için kullanıldıklarını fark edemeyecek kadar muhalifti zira; fanatizmin
diğer bir boyutu olan kontrolsüz fobilerine yenik düştüklerinden ötürü.
Seçim
sonuçlarından yola çıkarak, %60’lık bloku oluşturan zafer (CHP-MHP-HDP) üçlüsüne dair atılan
zafer çığlıkları, meclis başkanlığı seçimlerinde sönükleşmeye başladı ve
sonrasında hiç böyle bir iddiada bulunulmamış gibi unutuldu gitti, bazı
kesimler tarafından (!). ‘Mahşerin üç atlısı’ gibi poz vermeye yeltenmiş ama
bunu başaramamış ‘zafer’ üçlüsü, değil hükümet kurmak, meclis başkanlığı gibi
konularda dahi anlaşamamıştı. Artık yeni bir propagandaya ihtiyaç duyuluyordu.
Erken seçim kapıyı çalıyordu; erken seçim bir devlet için istikrarsızlıktı,
erken seçim bir ülke için iktisadi anlamda büyük bir külfetti ve bu duruma bir
günah keçisi gerekiyordu. AKP isimli oluşumdan daha âlâ bir günah keçisi aramak aptallık olurdu.
Bahanesi hazırdı hatta. Partinin başkanlığını bırakıp Cumhurbaşkanlığına geçmiş
olmasına karşın, ağırlığını partinin üzerinde ezici derecede hissettiren
Erdoğan; seçim öncesinde ‘400 milletvekili’ hayali kuruyor ve bunu sık sık dillendiriyordu.
Siyasi hırsa dönüştürmüştü bu hedefini, talebini. Propagandanın ıslıkları
çalınmaya başladı, soru şeklinde. ‘Erdoğan hedefine ulaşamadı ve 400
milletvekili çıkaramadı. Ne yapacak sence, sizce’ gibi sorular dökülüyordu
propaganda ıslıklarından. Cevabı da, soran veriyordu hemen ardından; ‘Erken
seçim opsiyonunu kullanacak’ diyerek. Ülkeyi erken seçime mahkum eden,
koalisyon ihtimallerini tıkayan, ‘tek’ ötekileştiren, ‘tek’ hırs sahibi,
iktidar budalası Erdoğan, dolayısıyla AKP idi artık; propaganda gereği.
Rasyonel
düşünceyi esas alarak; %60’lık blokun izafi zaferinden başlayarak
sorulacak yığınlarca soru var iken, propangadaya kulak verenler çoğalıyordu.
Ülkedeki istikrarsızlık kimin umrunda idi, günah keçisi bulunmuştu nasılsa. Ve
ülkenin istikrarından birinci derecede sorumlu siyasi partilerin her biri –sultayı
elinde tutan ve muhalifler-, siyasi rantlarının kıskacında kıvranıyordu.
HDP isimli
oluşumun meclise girmesi için, siyasi seferberlik ilan etmiş CHP, mezkur
%60’lık blok ile istikrarlı ve stabil bir hükümet kurabilmeliydi. HDP’yi
destekleme amaçları, sultayı Erdoğan’ın ve partisinin elinden almaktı. Bu
bağlamda kafalarında tasarladıkları hamlede (!) başarılı (gibi) oldular
olmasına da, bu başarı CHP’nin işine yaramadı. Bu başarı, sırtını terör
oluşumlarına dayamış HDP’nin işine yaradı ve CHP bu anlamda siyasi angajesini
kullandırttı; tıpkı tenkit ettiği AKP gibi kullandırttı.
MHP, sadece
mazbata derdinde olan bir parti havasında hareket eder iken, ‘vatan, millet,
sakarya’ edebiyatını dilinden ve elindeki belgelerden düşürmedi. Daha da ileri
giden MHP, daha seçim sonuçları ılıklaşmadan, sıcağı sıcağına kameraların
karşısına geçip, mevcut seçim sonuçlarının gündeme getirebileceği her türlü
koalisyon girişimine kapalı olduğunun beyanatını verdi. Her ne kadar ilerleyen
süreçte, seçim akşamında verdiği beyanata muhalefet edercesine koalisyon
görüşmelerinde bulunmuşsa da, genel anlamda seçim sonuçlarında vardığı ‘Ben bu
sonuçlardan çıkabilecek tüm oluşumlardan beriyim’ tavrını değiştirmedi ve tüm
koalisyon ihtimallerini darboğaza sürükleyerek nefessiz bıraktı ve neticede imkansızlaştırdı. 'Terörün sözcülüğünü yapan bir parti ile aynı sayıda milletvekili çıkarmanın' ayıbına hiç mi hiç değinmek istemiyorum (!).
Bu süreçte figüran
parti olan HDP, hedefine ulaşmışlığın gevrekliği ve pervasızlığı ile (siyasi
fahişeliklerinin gereği olarak) tüm koalisyon ihtimallerine açık oldukları
yönünde demeçler verdi; fiili ve müzakere anlamında ise aksine çıkmaza
sürükledi. (HDP’nin planı çok daha farklı ve kanlıdır çünkü; 80 milletvekili
çıkarabilmenin kutlamasını vatan evlatlarının kanları ile yapacaktır ilerleyen
günlerde.)
Türkiye’de hakim
olduğu iddia edilen temsili (!) demokrasiye göre, en çok oy olan partinin
hükümetin içinde olması gibi bir zorunluluk söz konusu değildi. Temel prensip
en az 276 milletvekilinin desteklemesi yönünde. Seçimin muzafferi addedilen
CHP-MHP-HDP üçlüsü, aritmetik olarak 292 milletvekiline sahip olmasına rağmen ittifak
edip hükümeti kur(a)madı ve ülke istikrarını tehlikeye attı.
Tüm bu tabloya
rağmen...
Türkiye’yi yeni
bir seçime, diğer adı ile erken seçime zorunlu kılanın Erdoğan (AKP) olduğu
söylenmekte ve kıyasıya bunun propagandası yapılmaktadır; özellikle de %60’lık
blokun sözcülüğünü üstlenmişler tarafından.
Halbuki...
Türkiye’yi erken
seçime mecbur eden Erdoğan ve Erdoğan’ın şahsında AKP değil; kendi aralarında
AKP’siz hükümet kurabilecek ve AKP’yi ana muhalefet konumuna düşürebilecek imkana
sahip olmalarının karşısında, kırmızı çizgilerini, ilkelerini ve ‘partici’
şartlarını AKP'ye dayatmak için birbirleriyle yarışan CHP-MHP-HDP üçlüsünü oluşturan
muhalefet partileridir.