İletişim: dusuncedehlizi@gmail.com

27 Haziran 2020

Şehveti Aşan Tutku

15. yıl kapıda...
15 yıl önce şubat serinliğinde tanıştım kendisiyle.

Bıcır bıcır konuşuyordu; kulak verdim. Konuşmasının içeriğinden maada, ses tonundan benliğime süzülen ılık esintiyi dinliyordum. Kelimelere yüklü esinti her geçen an daha da etkisine alıyordu beni; hani tatlı bir uykuya dalıyormuş gibi, hipnozun 'içinden hiç çıkmasam' dediğimiz türünden.

Cümleleri bitti, onun ardından başkaları yeltendi konuşmaya; duymuyordum. Duyduğum tek şey, insan uğultularıydı, anlam yükleyemediğim insan sesleri.

Yakınına sokuldum usulca, gözlerimi üzerinden ayırmadan. Öyle kurguladığım, önceden ayarlanmış cümle veya cümlelerim yoktu cebimde; o an için kurgulu hiçbir cümle kesmezdi de beni zaten.

Yaklaştım, hiç seslenmeden, sanki beni dinliyormuş gibi zınk diye savurdum aklımdan geçeni; önce bakakaldı, sonra toparladı -daha doğrusu toparlamış gibi davrandı- ve bıcır bir cümle ile mukabelede bulundu.

Aklımdan geçen, zınk diye savurduğum onda saklı; saklı da kalmalı....
Onun bıcır mukabelesi de bende...

...

'Ben bilirim' ifademin ardından gözlerime yüklenen tebessümü çok iyi hatırlıyorum.

O gün bugündür, onu her özlediğimde kuytulara düşer bakışlarım.
Mıh gibi saplı aklıma, düşünmeden geçirdiğim an(lar)ım yok; istesem de engel olamıyorum onu düşünmeye.

Bazen kalakalıyorum olduğum yerde, aklıma saplı olduğu gibi, ben de olduğum yere mıh gibi saplanıyorum. Kimi zaman kıpırdayabiliyorum kendimce; tatsız, keyifsiz ve zaruri hamlelerle.

Bu aralar sabır keskin bir bıçak...
Bu sıralar zeminler kayıp gidiyor ayaklarımın altından...
Bu zamanlar zor, çok zor zamanlar...

Şehveti de aşan, şehvet kadarlığı fazlasıyla ardında bırakan tutku, aşk ve zapt edilemeyen hasret ile...


23 Nisan 2020

Kitleler & Panikler & Hesaplar

Garip bir sürecin içinden geçiyoruz. İktidarı ellerinde tutanlar, sağlık üzerinden panik kokulu açıklamalar yaparak -nerede ise tartışmaya kapalı- kararlar alıyor, uygulamaya koyuyorlar. Ülkeler birbirinden kopya çekercesine hareket ederek ilerliyorlar adeta...

Belki de 'Milat' gibi, 'Corona Öncesi' ve 'Corona Sonrası' gibi bir 'takvim' tasnifi doğuracak yaşadığımız dönem, süreç, olaylar, şaşkınlıklar veya her ne demek istiyorsan(ız)...

Ben mi? Ortada dolaşan, havada uçuşan iddialar oldukça fazla ve karmaşık. Fikir beyan etmek için olmasa da, nokta atışı yaparak saptama(lar)da bulunmak için çok erken. 'Bilmiyorum' rahatlığının birkaç adım ötesinde, ilerisindeyim. Süreci yaşadığım kadar üzerinde de geziniyorum; bütün figüranların hareketlerini sahne üzerinden izlercesine; kuş bakışı bir nevi...

Kalemle pek aram yok bu aralar; nedeni uzun hikaye...

İlerleyen günlerde bir umut, zaman geçtikçe... Daha derli-toplu saptamalarla ele almak isterim süreci...

İçinden geçtiğimiz bu garip süreci (ve yönlendirmeleri) az biraz da olsa daha iyi kavrayabilmek adına tavsiye edilesi bir eser...



18 Mart 2017

Bu Ülke ve Sen



Cemil Meriç'in kaleminden okumak; yazma eyleminin nasıl bir haz olduğunu anlamaktır.



























Yıllar geçmiş olsa da üzerinden; bugüne, asra ve asrın içinde değerlerimize düşmanlık yapanların tarzlarına, tavırlarına ışık tutan bir tutanaktır 'Bu Ülke'.

Türkiye'yi, Türkiye insanını anlamak için okunmalı ve dahi tavsiye edilmeli...





17 Şubat 2017

Hasretin Dili

Bazı parçalar hem acıtır, hem de dinginleştirir.

Öyle bir parça...








Yaklaş da, bir tutam kelam et bana...
Bir tutam kelam et ki, yaşadığımı hissedeyim !





12 Şubat 2017

Dünyaya Dair

Türlü türlü insanlar var...

Türler arasında kendi insanlığını kemirdikçe kemirmiş, hedonizmin kölesi olmuş; hedonist sırnaşıklığını marifet addetmeye başlamış; sosyal ahlaka saldırmayı cesaret, toplumsal değerleri ayaklar altına almayı özgürlük, hedefe ulaşmak için her türlü yolu mübah, tabusuzluğu medeniyet, ölçüsüzlüğü gelişmişlik, utanmazlığı özgüven, çakallığı işbilirlilik addeden ve tüm bu sıralanmış 'ins normlarına' sığmayan özelliklerin olağanlığına kendini inandırmış yığınlarca insan var...

Yeryüzünde bu tür insanlara 'katlanmak' değil imtihanın parçası olan; yeryüzünde bu nevi karakterlere karşı hakkıyla mücadele verebilmek imtihandan sayılan...

Medeniyetin 'sallanmaz' beşiği diye pazarlanan Roma İmparatorluğunda, aristokrat kesim yemek için yaşıyordu; doydukları halde zevk için yemek yerler, devam edebilmek için kusar, midelerini tekrar doldururlardı. Bu olayı kolaylaştırmak adına sivri uçlu taşlar yonttururlardı, kusma eyleminde kullandıkları sivri uçlu  taşlar.

Hira dağının çocukları, varlık sebeplerini Zariyat Süresi'nin 56. Ayeti ile açıklar, hayat felsefelerini ve yaşam tarzlarını orada belirtilen esas üzerine bina ederler.

Olimpos dağının çocukları ise, bu dünyayı yemekten ve ilkesiz, hudutsuz seksten ibaret sanarlar. Livatayı 'cinsel tercih' safsatasıyla kamufle ederken, her iki cinsle alış-verişi de zevkin doruk süreci diye pazarlarlar mesela.

Ey Hira dağının çocuğu...
Olimpos dağının çocuklarının bu dünyada yaptığı sapkınlıkları sana güzel göstermeye çalışan -insanlığın en büyük düşmanı- şeytana aldanma!

Her defasında hatırla Hira dağının çocuğu...
Bu dünyanın ardından gelecek uhrevi hayatta mükafat olan 'Cennet' bir bonus değil; tek alternatifi 'Cehennem' olan kurtuluştur.

İlahi rızaya iliştirilmiş Cennet'i kazanamayanın hakkı Cehennem'dir ey Hira dağının çocuğu!


13 Temmuz 2016

'Kurucu Parti' Türküdaşlarına Tavsiye

Fikret Başkaya'nın kaleme aldığı 'Paradigmanın İflası' isimli eseri şiddetle tavsiye ediyorum. Cesurca ve tarihsel veriler ortaya koyularak yazılmış.

Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş



















Mezkur eseri, özellikle de CHP için 'Kurucu Parti' türküsünü söyleyenler; laikliği, maslahat açısından en uygun sistem addedenler okumalı.




















Türkiye'de kimlerin, kimleri, nelerle ve nasıl kanalize ettiğini; Anadolu insanının kimlere zorunlu bırakıldığını yakalamak adına okunmalı tarihimiz; şahısperestliğe kapılmadan analiz edilmeli yapılmış ve yaşanmışlar.

'İSMET' sıfatına haiz olmayan herhangi bir insana 'layüsel' (kendisinden hesap sorulamayan) muamelesi yapmak, sistemi kutsamak adına gerçekleşmiş toplu deliliklerdendir. Anadolu topraklarında 'Hak' ile 'Batılı' harmanlayarak ortaya koydukları sentez dünya görüşü, insanımızı siyasi, ictimai, hukuki ve ahlaki konularda birer şizofrene çevirmiştir.

Umarım...

Eseri özellikle okumalarını tavsiye ettiğim kitleden birileri okur ve objektif yorumlarını paylaşma zahmetinde bulunur. Hakaret içermeyen, yanlılık kokmayan, fanatizmden uzak, propadanga ve slogan ürünü olmayan her türlü fikire açığım.

ALLAH'IN kelamı olan Kuran'ı Kerim ve Rasulü'nden bize ulaşanlardan öğrendiğim hakikatler dışında sahip olduğum düşüncelerimde, fikirlerimde yanılma payımın olduğunu unutmayan biriyim. Çünkü ben, 'İSMET' sıfatına haiz olmayan bir insanım !

Kitabı inceleyeceklerin yorumlarını ve fikir teatilerini heyecanla bekliyorum...

3 Temmuz 2016

Hakkaniyetten İleti


Unutma...

Ölüm var !

Ve unutma...

'Ölüme daha çok var' demişlerle dolu mezarlıklar !


28 Mayıs 2016

Uzaklara Takılı Gözbebeklerim



Yorgunum...

Uzaklara takılı gözbebeklerim...

Pranga vurdum idrak çakralarıma...

Hep daha fazlasını isteyen silüetleri görmüyor gözlerim...

Uzaklara, ufuklardaki en masum kuytulara saplı tüm düşüncelerim...




Cümlelerimdeki çıplaklığa rağmen...

Kelimelere bindirip yola çıkardığım çığlıklarıma...

Biçilen, giydirilen ölçüsüz elbiselerden baş çeviriyorum...

Ve sesleniyorum...

Işık hızında, sessizce boşluğa konuşuyorum...




16 Ekim 2015

Kirli Propaganda (1) - Erken Seçime Günah Keçisi


Üç aydır izliyorum, ülkemi ve yurdum insanını. İzledikçe hayretlere düşüyorum. Kah karamsarlığa kapılıyorum, kah hiddetleniyorum; çoğu zaman da geçmişten süregelen köhneliğe, bağnazlığa, tekdüzeliğe ve fikirsizliğe söyleniyorum. Ve her defasında yaratılış gayemi anımsıyor; insanın çeşitli kabiliyetleri olduğu kadar türlü türlü zaaflarının da olduğunu hatırlıyor ve kendime geliyorum. Varoluşun, salt bu dünyadan ibaret olmadığını içime sindire sindire tebessüm ederek, hakikate yolcu ve yoldaş olabilmenin ümidini taşıyor ve inadına yaşıyorum.












Neden mi hayretlere düşüyorum, ülkemi ve yurdum insanını izler iken ? Kirli propagandaların çokluğundan maada; zihinlerini, algılarını ve muhakeme yetilerini, kendi fikirlerini destekleyen her sese hesapsız teslim eden insan(lar)ımın çokluğundan düşüyorum hayretlere. Menfaat güden; rantları için ailelerini kurban edebilecek kadar yitikleşen; sosyal, iktisadi ve ictimai hegemonyalarını kaybetmemek adına envai ihaneti, adiliği ve adaletsizliği mübah telakki eden; necis hedeflerini pragmatizm sahillerinde oportünist şezlonglara yayılarak haykıran solucan ve sürüngen karakterlilerin kobay(lar)ına dönüşen insan(lar)ımın çokluğundan düşüyorum hayretlere.

Mesela...

7 Haziran 2015 tarihli genel seçimlerde AKP %40.87 (258 milletvekili), CHP %24.95 (132 milletvekili), MHP %16.29 (80 milletvekili), HDP %13.12 (80 milletvekili) oranında oy aldı. Sultayı yaklaşık 13 yıldır elinde tutan partiye karşı ‘%60’ oranında bir zafer kazanılmıştı sanki, bazı kesimlerin iddialarına göre. Oysa Türkiye ve benzer ülkelerdeki demokratik(!) sisteme, seçim ve siyasi yönetmeliğe (en fazla oy prensibi) göre seçimin kazananı AKP idi, aldığı %40.87 oy oranı ile. Buna rağmen, %60’lık bloktan söz ediliyor ve AK partinin seçimi kaybettiği söyleniyor ve zafer çığlıkları atılıyordu. Cüneyt Özdemir gibi, terör yanlılığını AKP düşmanlığının ardına saklamaya çalışan sözde haberciler, Sırrı Süreyya Önder gibi Gezi provokatörü, teröre hamallık yapmaktan haz alan karakterleri ekranlarına taşıyor, omuzlarını sıvazlıyor, ‘kadim dost’ olarak takdim ediyor ve zafer sarhoşluğunda kahkahalar atıyorlardı. Aynı Cüneyt Özdemir, Gezi kalkışmasında gündeme gelen genç bir kızı yayınına ‘cici  kız’ olarak taşımıştı. Cüneyt Özdemir gibi, AKP düşmanlığını meslek haline getiren, bu düşmanlıklarının ardına saklanarak tüm hain duygularını, iğrenç emel ve ihtiraslarını hayasızca teşhir edebilenlerin ekrana taşıdıkları cici kız, PKK saflarına katılmak için Kandile gidip, kendini terör örgütüne gerilla olarak teslim eden Ayşe Deniz Karacagil’den başkası değildi. Millet bunu unutmuştu; Cüneyt Özdemir ve Sırrı Süreyya Önder dostluklarının, diğer adı ile terörden beslenme ittifaklarının zafer çığlıklarını atar iken yüzleri kızarmıyor ve hararetli hararetli konuşabiliyorlardı. Biliyorlardı çünkü; bu millet unutkandı, bu millet fanatizmin gölgesinde fikir bunalımı yaşayan kurbanların ezici çoğunluğundan oluşan kitlelerden ibaretti. Bu millet Gezi’de kullanılan gençlere güttürülen hesapları dahi unuttu. Gezi sözcüleri, hükümet ile görüşmelerinde taleplerini sıralar iken, ‘Üçünçü köprü ve havalimanı inşaatları durdurulacak, projeler iptal edilecek ve bu iki girişimden kesinlikle vazgeçilecek’ gibi akla zarar, ‘ihanet manifestosu’ telakki edilecek beyanatları dillendirmekten hiç çekinmediler. Üstlendikleri ihale buydu ve patronları sınırötesinden yönlendiriyordu bu taşeronları. Bu millet, sözde ‘özgürlükçü’ Gezi sözcülerinin bu taleplerini dahi unutmuştu. Propagandaya göre; iktidar bağnaz; Gezi özgürlük için direnen bir hareket ve bu harekete destek verenler adaletli cesurlardı. Propaganda yerini bulmuştu ve Gezi muhalif kanadın zihnine bu şekilde yazılmıştı artık. Muhalif kanat, nasıl ve ne için kullanıldıklarını fark edemeyecek kadar muhalifti zira; fanatizmin diğer bir boyutu olan kontrolsüz fobilerine yenik düştüklerinden ötürü.

Seçim sonuçlarından yola çıkarak, %60’lık bloku oluşturan  zafer (CHP-MHP-HDP) üçlüsüne dair atılan zafer çığlıkları, meclis başkanlığı seçimlerinde sönükleşmeye başladı ve sonrasında hiç böyle bir iddiada bulunulmamış gibi unutuldu gitti, bazı kesimler tarafından (!). ‘Mahşerin üç atlısı’ gibi poz vermeye yeltenmiş ama bunu başaramamış ‘zafer’ üçlüsü, değil hükümet kurmak, meclis başkanlığı gibi konularda dahi anlaşamamıştı. Artık yeni bir propagandaya ihtiyaç duyuluyordu. Erken seçim kapıyı çalıyordu; erken seçim bir devlet için istikrarsızlıktı, erken seçim bir ülke için iktisadi anlamda büyük bir külfetti ve bu duruma bir günah keçisi gerekiyordu. AKP isimli oluşumdan daha âlâ bir günah keçisi aramak aptallık olurdu. Bahanesi hazırdı hatta. Partinin başkanlığını bırakıp Cumhurbaşkanlığına geçmiş olmasına karşın, ağırlığını partinin üzerinde ezici derecede hissettiren Erdoğan; seçim öncesinde ‘400 milletvekili’ hayali kuruyor ve bunu sık sık dillendiriyordu. Siyasi hırsa dönüştürmüştü bu hedefini, talebini. Propagandanın ıslıkları çalınmaya başladı, soru şeklinde. ‘Erdoğan hedefine ulaşamadı ve 400 milletvekili çıkaramadı. Ne yapacak sence, sizce’ gibi sorular dökülüyordu propaganda ıslıklarından. Cevabı da, soran veriyordu hemen ardından; ‘Erken seçim opsiyonunu kullanacak’ diyerek. Ülkeyi erken seçime mahkum eden, koalisyon ihtimallerini tıkayan, ‘tek’ ötekileştiren, ‘tek’ hırs sahibi, iktidar budalası Erdoğan, dolayısıyla AKP idi artık; propaganda gereği.

Rasyonel düşünceyi esas alarak; %60’lık blokun izafi zaferinden başlayarak sorulacak yığınlarca soru var iken, propangadaya kulak verenler çoğalıyordu. Ülkedeki istikrarsızlık kimin umrunda idi, günah keçisi bulunmuştu nasılsa. Ve ülkenin istikrarından birinci derecede sorumlu siyasi partilerin her biri –sultayı elinde tutan ve muhalifler-, siyasi rantlarının kıskacında kıvranıyordu.

HDP isimli oluşumun meclise girmesi için, siyasi seferberlik ilan etmiş CHP, mezkur %60’lık blok ile istikrarlı ve stabil bir hükümet kurabilmeliydi. HDP’yi destekleme amaçları, sultayı Erdoğan’ın ve partisinin elinden almaktı. Bu bağlamda kafalarında tasarladıkları hamlede (!) başarılı (gibi) oldular olmasına da, bu başarı CHP’nin işine yaramadı. Bu başarı, sırtını terör oluşumlarına dayamış HDP’nin işine yaradı ve CHP bu anlamda siyasi angajesini kullandırttı; tıpkı tenkit ettiği AKP gibi kullandırttı.

MHP, sadece mazbata derdinde olan bir parti havasında hareket eder iken, ‘vatan, millet, sakarya’ edebiyatını dilinden ve elindeki belgelerden düşürmedi. Daha da ileri giden MHP, daha seçim sonuçları ılıklaşmadan, sıcağı sıcağına kameraların karşısına geçip, mevcut seçim sonuçlarının gündeme getirebileceği her türlü koalisyon girişimine kapalı olduğunun beyanatını verdi. Her ne kadar ilerleyen süreçte, seçim akşamında verdiği beyanata muhalefet edercesine koalisyon görüşmelerinde bulunmuşsa da, genel anlamda seçim sonuçlarında vardığı ‘Ben bu sonuçlardan çıkabilecek tüm oluşumlardan beriyim’ tavrını değiştirmedi ve tüm koalisyon ihtimallerini darboğaza sürükleyerek nefessiz bıraktı ve neticede imkansızlaştırdı. 'Terörün sözcülüğünü yapan bir parti ile aynı sayıda milletvekili çıkarmanın' ayıbına hiç mi hiç değinmek istemiyorum (!).

Bu süreçte figüran parti olan HDP, hedefine ulaşmışlığın gevrekliği ve pervasızlığı ile (siyasi fahişeliklerinin gereği olarak) tüm koalisyon ihtimallerine açık oldukları yönünde demeçler verdi; fiili ve müzakere anlamında ise aksine çıkmaza sürükledi. (HDP’nin planı çok daha farklı ve kanlıdır çünkü; 80 milletvekili çıkarabilmenin kutlamasını vatan evlatlarının kanları ile yapacaktır ilerleyen günlerde.)

Türkiye’de hakim olduğu iddia edilen temsili (!) demokrasiye göre, en çok oy olan partinin hükümetin içinde olması gibi bir zorunluluk söz konusu değildi. Temel prensip en az 276 milletvekilinin desteklemesi yönünde. Seçimin muzafferi addedilen CHP-MHP-HDP üçlüsü, aritmetik olarak 292 milletvekiline sahip olmasına rağmen ittifak edip hükümeti kur(a)madı ve ülke istikrarını tehlikeye attı.

Tüm bu tabloya rağmen...

Türkiye’yi yeni bir seçime, diğer adı ile erken seçime zorunlu kılanın Erdoğan (AKP) olduğu söylenmekte ve kıyasıya bunun propagandası yapılmaktadır; özellikle de %60’lık blokun sözcülüğünü üstlenmişler tarafından.

Halbuki...

Türkiye’yi erken seçime mecbur eden Erdoğan ve Erdoğan’ın şahsında AKP değil; kendi aralarında AKP’siz hükümet kurabilecek ve AKP’yi ana muhalefet konumuna düşürebilecek imkana sahip olmalarının karşısında, kırmızı çizgilerini, ilkelerini ve ‘partici’ şartlarını AKP'ye dayatmak için birbirleriyle yarışan CHP-MHP-HDP üçlüsünü oluşturan muhalefet partileridir.

12 Eylül 2015

Pusulu Havanın Şehitleri

Ey Anadolu insanı;
Ey Türkiye topraklarında gezinen delikanlı;
Ey Avrasya'nın kokusunda büyüyen kadın;

Etrafına bakın, içinde kopan çığlıkları sustur bir an için ve bakın çevrene. Ne ırkına bak, ne çevreni sarmalayan etnik duvara aldan. Gerçekçi ol. Sıyrıl efsane kültüründen. Özün ile özdeşleşebilmek için aç tüm idrak kanallarını.

Ve bil.
Ve anla.
Ve kabul et.

Seni türklük, diğerini kürtlük ninnilerinde büyütüp kısık ateşte etnik militana çevirir iken; asırlık plan ve projelerini gerçekleştirmek için adım adım hedeflerine yürüyorlar.

Üstelik parmaklarını kıpırdatmadan, seni sömürerek; senin başını okşayıp sömürerek; istisnasız iki etnik kökeni de kendine taşeron yaparak, yürüyorlar hedeflerine.


Bütünlüğümüzü, ülke sınırlarını, mahrem hudutlarımızı; kol gezen ihanete ve tüm düşmanlara inat korumaya çalışan, canını bu uğurda feda etmekten çekinmeyen ve  feda eden tüm 'ŞEHİT' yiğitlerimizin ruhu şad olsun. Geride bıraktıklarına, ailelerine sabır ve metanet diliyorum...

Ve bize bıraktıkları emanet(lerin)e ihanet etmeyeceğimizi, gereğince sahip çıkacağımızı ümit ediyorum!..

3 Haziran 2015

Şeytani Akıl

Evrende iki çeşit insan mevcut; biri Habil, diğeri Kabil; ötesi yok!.. 

Biri takdir buyurulanı benimseyen, diğeri hevesi için kardeşini öldüren. Biri vahye iman eden, diğeri vahyi inkar eden. Biri vahye teslim olan, diğeri vahye teslim olmayı zul addeden. Biri hayat hücrelerini –ictimai, hukuki, ahlaki, iktisadi- vahiyle yaşatmak isteyen, diğeri vahye yetersizlik notu veren. Biri insan için en iyiyi Allah’ın bildiğine iman eden; diğeri insan için en iyi olanı Allah’tan da çok daha iyi bildiğini iddia eden. Biri Hira dağının çocuğu, diğeri Olimpos dağının yavrusu. Biri nereden geldiğini ve neden yaratıldığını bilen, diğeri nereden ve neden geldiğini çözemeyen. Biri dünyayı geçit telakki eden, diğeri hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan. Biri rıza-ı ilahi’ye kavuşmanın derdinde olan, diğeri şeytanın telinden çalan. Biri nefsine kafa tutabilmek için çırpınan, diğeri nefsinin kölesi olan. Biri ilahını ve yaradanını bilen, diğeri hevalarını ilah edinen. Biri vahyin gölgesinde şekillenen, diğeri hevaları ile kendini ve tüm insanlığı şekillendirebileceğini sanan. Biri gözünün ancak ışık eşliğinde işe yarayacağını bilen, diğeri görmeyi salt karanlıktan ibaret zanneden. Biri ölümü yolculuk gören, diğeri sonsuza dek ölümden kaçabilmenin yollarını araştıran. Bu iki çeşidi; her çeşide farklı kategoriler ekleyerek genişletmeye kalkışsan da, özünde iki millet var yeryüzünde. Biri Minel milleti, diğeri de Nihal. Biri İslam milleti, diğeri de hevalarını ilah edinen küfür milleti.

Evet; ya birisin, ya da diğeri…

Kendince benimsediğin isimlerin, şahsını tanımlamak için seçtiğin sıfatların pek bir önemi yok; ya 'biri' dediğim hudutlardasın, ya da o hudutları aşıp 'diğeri' olmuşsun. Sana anlatılanı, öğretileni, telkin edileni, emredileni, yasaklananı; ya 'birinin' filtresinden geçirerek şekillenmişsin, ya da sana ezberletilenleri kayıtsız benimseyerek diğeri olmuşsun. Hayır hayır; ötekileştirmek değil 'diğeri' demek; Hak-batıl mücadelesinin mozaikleşmesine engel olmak aksine. Hakikate kucak açmanın hikayesi ve savaşı; bu 'biri' ile 'diğeri'. 'Doğru' algımız şahısların tekelinde kullanıldı, hakikat sevdalığımızı unuttuk. İnce ince işlenen söylem baskılarında sindik, hakikatlerin manipüle edilişlerini izledik. Dirhem dirhem eridik. Özümüz 'biri' iken, diğeri olabilmek için çırpındık durduk; çırpındık durduk ama ne yaptığımızın, ne de neye dönüştürüldüğümüzün farkında olamadık. Ve çırpındıkça, özümüze lütfedilen asaletin ağırlığını da, kıvamını da kaybettik. Zayıf düştük. Dizlerimizin üzerine bırakır iken bedenimizi; alçalan bedenimiz değil, elimize tutuşturulmuş hakikat sancağı idi halbuki. Düştük, yine de düştük. Aklımızı taarruza açtık, bedenlerimizi hevalarımızın kurbanı yaptık ve ruhumuza işlenmiş 'izzet' nakışını yitirdik. Bünyemize bulaşmış lekelerin bizi kıskaca alarak bataklığa çekmesine izin verdik. Ve türlü türlü yalanlara inandık. Şeytani aklın ürünü olan yalanlara, sloganlara, kurallara, düzenlere ve koşullara aldandık; daha da kötüsü, teslim olduk.

Şeytani akıl çağdaş kaldı hep, kimilerine göre. Gerici olan, çağ ile uyuşmayan, şartlara çare üretemeyen vahiy menbaılı uygulamalar idi hep, şeytani aklın askerlerine göre. Şeytani akıl ile hareket edenler medeni; şeytani akla vahye teslimiyetlerinden ötürü muhalefet edenler gerici, yobaz ve ilkel telakki edildiler çoğu zaman. Şeytani akla hizmet edenler, kendi düşünce ve fikirlerini, hevalarını ilahlaştırdıklarını itiraf edemediler lakin. Çok şeytani hareket ettiler, şeytani akla hizmet eder iken; bugün de öyle yapıyorlar. İslam’ın tüm değerlerine saydılar saydılar, ardına da ‚Ben de bu arada müslümanım‘ gibi bağlayıcı sandıkları cümleler eklediler. Biz aldandık. Biz kandırıldığımızı dahi göremeyecek kadar alıklaştık. 'Şeytana bile pabucunu ters giydirir' gibi yaklaşımlar ile kandırdı bizi şeytani akıl!.. Biz de bunları yedik. Nefsimize, hevamıza ve dünyevi ihtiraslarımıza hoş gelen ne varsa, hepsini teker teker yedik ve ruhumuzu kararttık.

Mekke sokaklarında gezen müşriklerin herbiri, Olimpos dağının askerleri idi. Olimpos dağının çocukları idi, hem Allah’a inanıp hem de putlara tapanlar. Putlara tapınmalarının sebebini de, Allah’a dayandırıyor idiler akılları sıra!.. Şeytani akıl böyle öğretmişti onlara çünkü. ‚Lat’a, Uzza’ya ibadet ettikçe 'Allah’a yaklaşacaksınız' gibi söylemler fısıldıyor idi şeytani akıl. Bugün şeytani akıla hizmet edenler konuşmaya, anlatmaya ve özellikle de İslam’ın sömürülmemesi için aldıkları önlemlerden söz etmeye başladıklarında, 'Putlara tapmamak için, Allah’a ibadete yeltenmiyor ve yeltenilmesine izin vermiyoruz. Bu vesile ile insanımızı putlara tapmaktan ve benzeri tehlikelerden korumuş oluyoruz' gibi söylemler duyuyorsunuz. (Samimi olan, taklidi de olsa tüm zerreleri ile İslam’a iman etmiş, tezgahlanan düzenlerden ötürü cahil kalmış ve bırakılmış tüm Müslümanları bu tespitimden tenzih ederim!..) Motamot söylemiyorlar bunu elbette, ifadelerinin yolu bu ve benzeri deli saçmalıklarının kavşakları ile kesişiyor lakin. Cahil bıraktığı toplumun mantık tezgahında bunu yiyeceğini biliyor, şeytani akıl.

İnsanın zaaflarını ve hevalarını da çok iyi biliyor aynı zamanda, şeytani akıl…

Risalet öncesinde Peygamberimiz Hira dağında görevlendirilmeden önce de kutsaldı Kabe. Risalet öncesinde de tavaf ediliyor ve özel bir saygı görüyordu Kabe. Tavaf ediliş biçimi çok ilginç ve akla zarardı. Olimpos dağının çocukları, Mekke sokaklarında geziyor ve biraraya gelerek kendi kafalarına göre ibadet biçimleri üretiyor idiler. Bunlardan biri de Kabe’yi tavaf ediş biçimleri idi. Çıplak, elbisesiz, bildiğin 'anadan üryan' tavaf ediyordular Kabe’yi. Bunu yapmaya karar verir iken beslendikleri yer, şeytani akıldan başka bir şey değil idi kesinlikle. Gerekçesi de çok dehşet bir gerekçe idi. İlk çırpıda kulağa ve zihne temizlik abidesi gibi çarpacak ama özünde deli saçması bir gerekçe. 'Kabe‘yi günah işlediğimiz elbiseler ile tavaf etmekten haya ederiz' diyordu Mekke müşrikleri. Şeytani akıl telkin etmişti bu ibadet biçimini. Mekke sokaklarında gezen Olimpos çocuklarının da hoşuna gidiyordu bu durum. Bu yüzden de sorma ihtiyacı duymuyor idiler bu telkin karşısında. 'Sadece tavaf eder iken giyeceğimiz kıyafetler alsak ve kullansak ?' veya 'Günah ise söz konusu olan, bedenimiz ile işliyoruz bunu aslen; elbise bu bağlamda bedenimizden çok daha önemsiz değil mi ?' gibi çoğaltılabilecek bir çok soruyu sormaya yanaşmıyor ve hevalarına uygun telkinleri bilfiil sorgusuz-sualsiz hayata geçiriyorlardı.

Evet, şeytan çıplaklığı emreder; Kelamullah’ın belirli Ayetlerinde bizlere de bildirildiği gibi.

Yaz geliyor, geldi hatta. Bir çok kadın 'bikini giyebilme rejimleri' ile boğuşuyor. Limon yiyen kadınlar, ekmeğe küsen hatunlar, sabah akşam koşan bayanlar; hepsi büyük bir telaş içinde. Telaşlarının sebebi bedenlerini teşhir edebilmek, gayretleri de teşhir edecekleri hatlarını daha çekici ve sexapel hale dönüştürmek için. Kimin soyunduğu ile ilgilenmiyorum. Kimin teşhir hastalığına tutulduğunun peşinde değilim. Büyük bir cinayet işleniyor kadınlar üzerinde. 'Ne kadar teşhir eder isen, o kadar özgürsün', 'Ne kadar gösterir isen o kadar özgüven sahibisin' gibi sloganların gölgesinde ezilen kadın psikolojisi, şeytani akla ve kadını obje gibi gören hanzolara hizmet ettiğini yakalayamıyor. Daha da önemlisi; setretme ölçüleri İslam tarafından belirlenmiş Müslüman kadınların çoğu, ahlaki yozlaşma neticesinde birer egzibisyonist olmuş. Bu durumu kınayan Müslüman erkekler ise gözlerini ve iffetlerini –ki sanıldığı gibi namus sadece kadına has bir unsur değildir- korumak yerine, egzibisyonist kadınlara salyalar akıtarak bakmakta, bu şekilde bakmayı marifet saymakta ve ne hikmetse aslında bakarak tasdiklediği çıplaklığı 'fahişelik, namussuzluk' addetmektedir.

Birbirini sömürmek ve tüketmek için koşuşturan iki cinse dönüştü, kadın ve erkek...

Müslüman kadın ve erkeklerin, bu gibi paradokslarından kurtulmaları ve şeytani akıl(lar)ın tezgahına gelmeyip fikir bazında –hem dinini olabildiğince öğrenerek, hem de kendini müsbet ilimlerde geliştirerek- gerekli donanım ile rest çekebilmeleri zaruridir!..



19 Mayıs 2015

Uçurtmam Tellere Takıldı

Kalem çatırdar bazen...

İnat eder yazmamak için, tüm kelimelere küsmüşcesine...


Tüm azalar lal...

Tüm duyular hummalı...

...

9 Mayıs 2015

Semavattan Beslenen Şarlatanlar

https://rahmetyagmuru.files.wordpress.com/2011/09/kafa.jpgİnsanın tabiatında vardır, inanç gereksinimi. Fıtratı ve aklı, o temel gereksinim üzerine dizayn edilmiştir insanın. Yaradanı mükemmel; kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah(c.c)’tır. ‘Üst-Level’ zekaya sahip olduklarını zanneden fakat sahip oldukları aklı kullanamadıklarından dolayı, Yaradanı bulamayan ateistler dahi bir inanca sahip; tüm inançları reddeder iken, her şeyi (insanı, eşyayı, dünyayı, evreni vb.) yoktan var eden bir gücün, varlığın olmadığına inanıyorlar çünkü. İnsanoğlu var olduğundan bu yana, türlü türlü inançlar olmuş gündeminde. Güneşe, bitkiye, hayvana, eşyaya, puta tapınanlar mı ararsınız, kendini tapınacak görenler mi. Firavunlar da görmüş bu dünya, ilahlık iddiasında bulunan fakat bir sivrisinek tarafından öldürülen Nemrud gibilere de şahit olmuş insanoğlu. Tapınmak için yaptığı putu, acıktığında yemekten de geri durmamış bir canlı insan. Firavun(lar)’a kafa tutan Hz. Musa(lar) dolaşmış yerkürede. Nemrud’u aklı ile mat etmiş; tüm putları kırdıktan sonra baltayı en büyük putun yanına koyarak, insanlara tezgahladıkları ve bizzat içine düştükleri tuzağı kendi ağızları ile itiraf ettirmiş feta(yiğit) gençler, Hz. İbrahim(ler) de görmüş bu dünya. İlk insandan bu yana hep devam etmiş hak ile batılın kavgası, kıyamete kadar da devam edecek şüphesiz.

Geçmiş asırların ve içinde yaşadığımız sürecin eksiksiz, şaibesiz ve bariz tek hakikati İslam. İslama muhalif ne varsa, istisnasız batıl; bariz gerçek bu; ister inan, ister inanma; sana kalmış. Batılı meşrulaştırmak, üstün kılmak ve hakikati kamufle etmek için yemin etmiş İslam muarızları, türlü türlü unsurlar ve ögeler kullanarak saldırıyorlar. Hepsi de, (kardeşi) Habil’i katlederek yeryüzünün ilk cinayetini işleyen, ilahi iradeyi beğenmeme küstahlığında ilk bulunan insan Kabil’in askerleri. Batıl ile mücadele konusunda çeşitli ölçüler, metodlar öğretmiş Peygamberler. İlahlık iddiasında bulunan, daha da ileri gidip insanları öldürebildiği ve diriltebildiği gibi evhamlara kapılan Nemrud gibileri, ‘Yarın da şu güneşin batıdan doğmasını sağla’ mahiyetinde ‘hönk’ dedirtecek türden mat etmenin biçimini ortaya koymuş İbrahim Peygamber. Hönkleyen Nemrud, başka çare bulamamış ve İbrahim için büyük bir ateş hazırlamalarını emretmiş. Benzeri bir çok örnek var insan tarihinde, yeterince okumamamız neticesinde  yeterince beslenemiyoruz haliyle.  Nebevi (Peygambere ilişkin) olan metodlardan yola çıkarak, ‘Allah(c.c)’ı inkar edenler ile Peygamber hakkında tartışmayız’ gibi tespitlerde bulunan alimler de olmuş; detaydaki doğruyu kıskıvrak yakalamak diyoruz biz böyle tespitlere.

Hak-batıl çatışması, kavgası insan ile süregelmiş ve kıyamete kadar da baki. Bir de, hakkın kendi içinde verdiği kavgalar var. Daha doğrusu, hak taraftarı olduğunu iddia edenlerin kendi aralarındaki savaşı. Birbirini kesen mi ararsınız, ötekini müslüman kabul etmeyen mi görmek istersiniz, mürid avına çıkan şarlatanları mı sorarsınız, kibirine İslam’ı alet edenden mi sual edersiniz; daha fazlası var mezkur kavgada. Çok daha fazlası var ne yazık ki.

Müslümanların, kendi aralarında yaptıkları kıyasıya kavgaların, yaşanan isnadsız ve dayanaksız cedelleşmelerin türlü türlü sebepleri, çeşit çeşit aktörleri var. CIA maaşlı belamlar, MOSSAD destekli tipler, MI6 yetiştirmesi misyonerler ve bu minvalde olanlar,  başaktörleri, bu amansız ve pervasız ihtilaflaşmanın. Hem başaktörleri, hem de körükleyicileri; İslam öğretisinin temel esaslarını sarsacak ve kitleleri cahil-cuhela bırakacak noktalardan girip İslam dünyasını ayakta tutan ana kaideleri hiçleştirerek gerçekleştiriyorlar planlarını. Beşeri sistemlerin gölgesinde, kendi iktidarlarını idame ettirmek ve halkları, kitleleri diledikleri şekilde sömürmek isteyen tüm devletlerin, istihbarat organlarını kullanarak kurdukları planlar, İslam’ı tahrif etmeye yönelik son tahlilde; İslam’ı yok edemeyeceklerini, tam anlamı ile silemeyeceklerini anladılar çünkü. Birlik ve beraberliğin, önemli bir direnç unsuru olması, İslam milletine has değildir sadece. Birlik ve beraberliğin milletleri güçlendirdiği, ayakta tuttuğu ve tüm tehlikelerden koruduğu, insanoğlunun ortak aklının kabul ettiği bir realitedir, bir hakikattir. Böyle bir direnç karşısında, geliştirilen taktik, ‘yok edemiyor isen, böl, parçala, kontrolü kolaylaştır ve kontrol et’ şeklindedir. Bu açıdan baktığımızda, altı çizilmesi gereken en önemli husustur, İslam ve dolayısıyla Müslüman hakkında oluşturulan spekülasyonlar.

İslam’a leke düşüren; İslam’ın şanına aykırı hareket eden, konuşan; İslam’ı kendi algısına göre pazarlamak isteyen; İslam’ı beşeri sistemlerin alt seviyesinde göstermek için çırpınan; İslam’ı sıradanlaştıran; İslam’dan nefret edilmesine sebep olan; İslam üzerinden etrafına kin kusan; Allah(c.c)’ı ve Peygamber(s.a.v)’ini kendi ihtiraslarına, menfaatlerine, egolarına, kibirlerine, iktidarlarına alet eden karakterler, ya zikrettiğim müstevli güçlerin uşaklarıdır, ya da müstevli güçlerin uşaklarından etkilenen, beyinleri prangalanmış kölelerdir. Daha açık bir ifade ile; Müslüman kisvesi adı altında, bilinçli veya bilinçsiz İslam’a halel getiren, İslam milletinin birliğini –her ne sebepten olursa olsun- bozguna uğratmaya çalışan biri; ya CIA gibi kurumlardan maaş almaktadır, ya da o kurumlardan maaş alan şarlatanların güdümüne girmiştir. Ya MOSSAD destekli sallıyor ve propaganda yapıyordur, ya da o propagandaların etkisini hissedemeyen ve reaksiyon gösteremeyen bir budaladır. Ya MI6 yetiştirmesi bir misyonerdir, ya da MI6 yetiştirmesi misyonerin rüzgarına kapılmış ve neye hizmet ettiğinin farkında olamayan idrak fukarasıdır. Bu noktada değinmeden geçemeyeceğimiz veriler de mevcut. Misyonerler çalışma metodlarını belirler iken, İslam’ı da hayli araştırmışlar. Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, ‘Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri’ isimli kitabında bu konuları kaynakları ile zikretmiş ve sıralamış; burada bir kaçını zikredeceğim sadece. Misyonerlerin tespitlerinden bir buket:
  • İslam toplumlarının zayıf taraflarına dair yapılan tespitlerden biri: Bütün İslam ülkelerindeki genel cehalet ve İslam hakkındaki bilgisizlik.
  • İslam toplumlarını ayakta tutanlara dair yapılan tespitlerden biri: İslam, müslümanların birlik ve beraberliğini emreder, tefrikadan kaçmalarını hüküm olarak esasa bağlar. İslam’da öğrenmenin önemi, çok ayrı bir yer tutar.
  • Müslümanların kırılması gereken kuvvetli yönlerine dair yapılan tespitlerden biri: Her türlü ırk, dil, kültür ve milliyetçilik taassubunun İslam’la kaldırılarak, bunların yerine İslam’ın konulması. Müslümanların bu kuvvetli yönünü kırmak için; İslam’ın, bu taassupları kaldırmasının önüne geçilmeli ve ırk, dil, kültür ve milliyetçilik gibi asabiyetler doruk noktalara taşınarak birlik ve beraberlik tarumar edilmeli. ‘Evet evet’ deyip durma okur iken. Anlattığım, seni dahi en az bir kez içine çekmiş bir hikaye. 30 yılı aşkındır kan akıtılıyor Anadolu topraklarında. İki taraftan oluşuyor bu kavga, haklı-haksız aramak yanlış; her iki taraf da cehaletin kurbanı olarak kullanılmış, kullanılıyor bu kavgada zira. Kavganın tetikleyici ana unsuru, ırk faktörü. Türk’e ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ deyip suni bir üstünlük pompaladılar, aynı toprakları paylaşan Kürt’e de ‘Sen eziliyorsun, hakkını aramalısın, al eline silahı ve öldür’ gibi tahrik edici kompleksi bulaştırdılar. Ve bugün İslam milletinden olan bir Türk ile bir Kürt, birbirlerine sırf ırk taassubundan ötürü ‘Sizi öldüreceğiz, yok edeceğiz’ diyebiliyorlar.
Mezkur kitapta, ellinin üzerinde, kaynakları ile zikredilen misyoner tespitlerinden, okuduğunuz satırlarımda izaha gayret ettiğim konu ile yakından alakalı hususları naklettim sadece.

Gerek dünya işlerinde, gerek dini konularda dehşet bir cehalete mahkum edildik yaşadığımız coğrafyada. Bizleriz, bu cehaletin suçluları. Ne dünyamıza sahip çıkabildik, ne de dinimize. Hep daha fazlasını istedik, hep tükettik; kendimizi geliştirmedik ve hiç üretemedik. Dünya tamahkarlığımızı, dünyamıza sahip çıkabilmek sandık; tetiklenmiş suni ihtiyaçlarımızın tatmininden başka bir şey değildi halbuki, dünyamız ve hayatımız için yaptıklarımız. Cahil kaldık, diledikleri yöne çekip sürükleyebildiler bizi. Bilmiyorduk, öğrenmedik; ‘Baş başa bağlıdır, baş da şeriata’ gibi lafları yuttuk ve aldatıldık. Asimile sürecimizde tüm imkanları kullandılar. Yeşilçam’ın televizyonlara yansıtılmaya başladığı yıllara bakın. Komedi filmlerinde işlenen temalara, bilinçaltı yapılan nokta atışlarına bakın. Sakallı bakkal, stokçu, tartıda usulsüzlük yapıyor, veresiye defterine fazla kayıt düşüyor sürekli, kandırıyor müşterilerini. Hala gülüyorsun belki de izler iken; farkında değil misin, kafanda oluşturulana göre ticaret yapan her sakallı (müslüman) sahtekar !.. Caminin imamı, sünepe, dedikoducu, üfürükçü, kadınların namuslarını dikizleyen röntgenci, tam bir ırz düşmanı nerede ise. Bunu da izliyorsun hala ve hayıflanıyorsun kendince. ‘Vay şerefsiz imamlar, din kisvesi altında milletin ırzına göz dikiyorlar’ gibi tasavvurlar cirit atıyor kafanda ve yer ediyor bilinçaltında. Bilmiyorsun çünkü, boşsun bu konuda. Körpe zihnine, dilediklerini yerleştiriyorlar bu yollar ile. Hatta daha da ileri gidip ‘Annesinin dizinden tahrik olan zihniyet’ safsatası ile örtünmeyi suçluluk hissine çeviriyorlar etrafındaki kadınların zihninde.

Irk, dil, kültür ve milliyetçilik gibi taassuplara kısaca değindim, maddeyi nakleder iken. Burada İslam, ne ırkımızdan utanmayı, ne dilimizi unutmayı, ne de kültürümüzden kopmamızı emrediyor. İslam, bu bağlamda, hepsini ve bu saydıklarıma duyduğumuz sevgiyi, İslam’a göre şekillendirip terbiye etmemizi esas koşuyor. ‘Benim dilim, senin dilinden daha güzel’, ‘Benim ırkım, senin ırkını döver’ gibi deli saçmalarının oluşturacağı fitnenin önünü kesiyor, İslam.

İslam’ın birlik ve beraberliği emretmesi. İslam’ın tefrikayı yasaklaması, İslam’ın ilim noktasındaki hassasiyeti. İslam’ın öğrenmeye verdiği önem. İslam’ın, kendisine tabi olanları korumak için getirdiği kıstasların, önce öğrenilmesi ve öğrenildikçe de müslümanlar tarafından hayata geçirilmesi. Çünkü İslam, bir yaşam tarzı. Konu başlığını garipsemiş mi idin okuduğunda ? Belki de, kuvvetle muhtemel hatta. İslam’ın birlik ve beraberliğini, kendisine tabi olmakla sınırlayan şarlatanlar var. İslam’ın tefrikayı yasaklamasına rağmen; İslam’ın kıstaslarını, kendi kibrini tatmin etmek, egosunu doyurmak için insanlara karşı kılıç gibi kullanan şarlatanlar da var. Şarlatan diyorum; İslam’dan bihaber, ne tebliğ metodlarına hakim, ne de anlatma kabiliyetine, bu gibi tipler. TDK sözlüğüne göre şarlatan kelimesi; kendi bilgi ve niteliklerini veya mallarını överek karşısındakini kandıran, dolandıran kimseyi ifade etmekte. Kısaca, bilir geçinen kimse, şarlatan.

Birkaç haftadır mercek altına aldığım sanal bir şarlatandan söz edeceğim sana. Bu şarlatanın şahsında toplanmış, biraraya gelmiş bazı vasıf ve taktikleri neşrederek, benzer vakalardan korunmamızı sağlamak temel amacım.

Dijital libası, içine saklandığı elbisesi, motamot ‘gonenli_ ali‘. Bu rumuzu alır iken, Gönenli Mehmed Efendi’den esinlendi belki de, kim bilir; Allah bilir elbette!.. Gönenli Mehmed Efendi’nin hayatını okumuş ise de, hiç bir şey anlamadığı kesin.  Takipçisi olduğum aylık mecmualardan birinde okumuştum, Gönenli Mehmed Efendi’nin (kısa) biyografisini. Bir çok özelliği var imiş merhumun. Beni cezbeden en önemli özelliği, katı yasakların uygulandığı dönemlerde dahi Kelamullah’ı (tecvid, tilavet) öğretme gayretini kesintiye uğratmaması olmuştu. Potansiyelini anlayabilmek için ise, ‘Reisülkurra’ olduğunu zikretmek kafi. Adam sadece kurra hafız değil, aynı zamanda kurra hafızların başkanı imiş yahu. Kuran-ı Kerim’i yedi kıraat ve on rivayet üzerine okuyan icazet almış üstat hafızlara kurra denir, merak etmiş, hatırlayamamış veya bilmiyor isen; malum, İslam terminolojisine dair bilgimizin derecesi sıfırın altında maalesef, dondurulmuş vaziyette. Şayet bu gonenli_ ali rumuzlu şarlatan, Mehmed Efendi’nin mirasına sahip çıkmak gibi bir evhama kapılmış ve dini tebliğ, irşad için kendini yollara vurmuş ise; hayal dünyasından uyanmasını telkin etmeyeceğim. O kadar da gaddar ve pesimist değilim. ‘İslam ahlakı ile ahlaklan, sonra düşünürüz bu hayalini sözde bıçkın (sanal) delikanlı’ demek durumundayım bu noktada. Her süpermen kostümü giyen uçabilse, örümcek adam taytı ile dolaşan ağ örebilse idi, hayaller biyografileştirilirdi. (Bırak şimdi ‘erkek ve tayt’ diyerek gözünde canlandırmayı, erkekte tayt çok dardan maada, çok ‘içine kaçmış’ duruyor kanımca) Ciddiye alınacak tarafı olmadığı gibi, bulaştığında sakız gibi yapışan türden, bu mezkur şarlatan.

Neden mi..? Gel, hem satırlarımın patikasında yürüyelim, hem de durumu yaşanmış vakaların gölgesinde mütalaa edelim.

Sevgisini yansıtma biçiminden etkilendiğimi söylemeliyim yalnız, Ferdi dayısından giriyor, arabeskin piri sayılan Orhan’dan çıkıyor. Nasıl ? Daha sesli sorsana, ne öyle mırıldanarak soruyorsun. ‘Batsın bu dünya’ deyip demediğini mi sordun ? Bilemeyeceğim, sormadım hiç. Dünyaya has bomba bir iddiası var lakin. ‘Düz’ diyor arkadaş. ‘Düzdür bu dünya’ bestesi, kendisini tanıyan bir çok kişiye de aşina. Dünyanın yuvarlak değil de, düz olduğunu savunduğuna defalarca şahit oldum. Anımsanmaya değer bir ayrıntıyı da aktarayım. Şirin bir arkadaşımız var. Zeki ve yaşına göre tadında çıkışları var bu arkadaşımızın. Gonenli_ ali’nin, kıyasıya dünyanın yuvarlak değil de düz olduğunu savunduğu tartışmalardan birinde, gündeme getirilen düz tepsi misaline karşın, ‘O tepsiyi, gonenli_ ali’nin kafasına vura vura yuvarlaklaştıralım da, anlasın’ mahiyetinde şirin bir espri yapmıştı, bahsettiğim arkadaşımız. Dünyanın düz olduğu iddiasını savunur iken, delillerini sunduktan sonra, muarızlarını dinleme sabrını ve cesaretini gösteremiyor. İddiası kitlendiğinde ve ikna edemeyeceğini anladığında, başlıyor dilinin ucundaki kılıcı sallamaya; evinde, kimsenin elini uzatıp yanağını (çocuk örselercesine) okşarcasına şamarlayarak ‘Hop hop birader, ilmi müzakerede bulunuyoruz şurada, haddini bil’ diyemeyeceği uzaklıkta nasılsa, sanal bıçkınımız. Tekfirlerini, müfteri ithamlarını havada uçuşturuyor. Bilir geçiniyor, yemeyince de hırçınlaşıyor şarlatan.

Dijital imkanları kullanmasını biliyor, chate endeksli olarak. Sesini duyurabiliyor, ‘Konuşun, konuşun, kayıt devam ediyor’ diyerek konuşulanları kaydetmeyi becerebiliyor. Dosyalıyordur da bu kayıtları, hatta veri bankası da oluşturuyor olabilir; hani kimin, ne zaman, nerede ve hangi konuda konuştuğunu daha iyi bulabilmek için. Bilir geçinen bu şarlatan, cidden biliyor olsa, bu tür şeylere temayül eder, daha da önemlisi uğraşı verip zaman harcar mı ? İnsanların konuşmalarını, yeri geldiğinde yüzlerine vurabileceğin hevesi ile –üstelik dini konularda (!)- kaydederek zapt altına alacaksın. Amacın ne senin ? Velev ki, kusurlu konuşsalar dahi insanlar, kendini haklı çıkarmak için kurduğun ayıp bankasının nasıl bir niyeti olabilir ? Neyin travmasıdır bu, sanal bıçkınım ? Şarlatan travması elbette, bilir geçinirliğinden kaynaklanan. İnsanların kusurlarını yakalayıp kendini ön plana çıkarmanın peşinde olan, nasihat adabından zerre nasiplenmemiş şarlatanın teki, mezkur şahıs. Bildiğini sandıklarını, yanlış bilmesinin yanında; asıl öğrenmesi gereken sosyal ahlak konusunda dirhem bilgisi ve birikimi yok. Halbuki diğerlerinin hatalı, eksik ve dahi fasık olmasının, bizi fazilet sahibi kılmadığını; İslam öğretisinin her bireye, yerli yerince, zaman ve mekanın şartlarına uygun, meşru görevler, sorumluluklar yüklediğini bilmiyor, bilir geçinen gonenli_ ali. Fikir, beyan ve dini idrak noktasında kendisi ile mutabık olmayanlar, birer düşman, ekarte edilmesi gereken birer eleman, bilir geçinen şarlatan için.

İkon diline de hakim aynı zamanda. Kendisini destekleyen bireylerin cümlelerini hiç kaçırmıyor ve anında kopyalıyor; tekrar tekrar yapıyor bunu. Kopyalama işini yapar iken de, dijital görsellikte ‘eyecatcher’ denilen, gözü ve dikkati kendine odaklayan unsurları kullanmayı da es geçmiyor. Bu noktada profesyonel olduğunu kabul etmek durumundayız. Sanal yiğidimiz, dijital bıçkınımız, yakaladığı cümleyigibi ikonlar ile tasdikliyor, ardından da megafondan çığırırcasına,ikonu ile işaret ederek ‘Bakın, bakın, beni destekleyen cümleyi iyi okuyun’ gibi naralar atıyor, dijital alemin görsel unsurlarını propaganda amaçlı kullanarak. Nasıl bir komplekse sahip ise, destekleyici tek kelimeyi dahi kaçırmıyor cidden. Sansasyon oluşturmak için etkili sayılabilecek bu ve benzeri faktörlere, bir de destekleyen kişileri yağlayıp sıvazlaması eklenince, kendi çapında mutlu oluyor; değmeyin öyle anlarda keyfine!..

İşine gelmeyen yazılı soruları görmüyor, işine gelmeyen sesli soruları da duymuyor. Çok ince bir taktiği var bu bağlamda. Kendine, süregelen zaman ve şarlatanlık tecrübeleri neticesinde telkinler verdiğini de düşünmüyor değilim. ‘Seni istedikleri yere çekmelerine izin verme’, ‘Sen istediklerini anlat ve ortamı karıştırıp tüm dikkatleri üzerinde topla’, ‘Senin ne mal olduğunu anlayanları da, dikkate alma, ignore et’ gibi telkinler mesela. Hemen ignore etmiyor lakin. Önce kısa bir diyaloga geçip yoklama çekiyor. Tarafına çekebileceğine dair ümitlendiğinde, sürekli o kişiye yönelik konuşmaya başlıyor. Canım, cicim demese de, ses tonunda tatlı bir ikna arzusu var ilk kertede. İş ciddiye bindiğinde ve muhatabı kendisine cevaplayamayacağı sorular sorduğunda, o yapmacık tatlı ikna arzusu gidiyor ve yerini çirkef bir ithamcıya bırakıyor. İçindeki kini kustuktan sonra da, kişiyi ya ignore ediyor ya da bulunduğu ortamdan çıkıp uzaklaşıyor. Çıkmasında da ayrı bir taktik söz konusu (imiş), kendisini yıllardır takip eden arkadaşlara göre; teknik olarak aynı ortamda bulunmaya devam ediyor zira, başka bir rumuzun arkasından ortamı dinlemeye ve okumaya devam ederek.

Karşılık veremeyeceğini, cevaplandıramayacağını anladığı sorularda, ilginç ilginç çarpıtma modellerine başvuruyor. Soruyu anlamamış ayağına yatıp, müenneslerin muayyen günlerinde yaşadıkları hırçınlığın getirisi olan anlamamazlık havasında tavırlar sergiliyor. Hayır hayır, sandığın gibi değil; müennesleri örselemiyorum bu noktada. Kendilerine özgü olan o dönem hırçınlığının, kadının tabiatından olduğunu ve kadının üzerinde bayağı durmadığını vurguluyorum bilakis. Ve ‘Sen neyin reglini yaşıyorsun şarlatan’ diye sormak istiyorum. Hani kadın, zorlu bir dönem yaşar o süreçte ve doğal olarak duygusallaşır, hırçınlaşır, ‘Sen beni artık eskisi gibi sevmiyorsun’ der. Hatta daha da ileri gider ve ‘Sen beni artık sevmiyorsun’ da der. Kadın bu arkadaşım, bayağı durmuyor onun üzerinde. ‘Evet, sana ne oluyor peki şarlatan ?’ diye sormak gerekiyor kendisine. Cevaplayamayacağı sorular veya kendisini mat eden, susturan vakalar ile karşılaştığında, ‘Gönenliye burada kimse katlanamaz, hakikatleri anlattığı için konuşmasına müsaade edilmez’ gibi nakaratlardan başlıyor; hızını alamayınca da, tekfir ederek, münafıklık ile suçlayarak kendisi ve yandaşları dışında herkesi biçiyor. Bir değil, iki değil yahu. Bunu sürekli yaptığını söylemekten ziyade, bunu tam bir alışlanlık haline getirdiğini ifade etmek şart bu noktada. Sosyal şizofreni de var az biraz bünyesinde. Her ne kadar güneşin kendi için doğduğunu iddia etmese de; şahsına muhalefetin, şahsi doğruluğundan ve kendisine beslenen hasetten kaynaklandığından dem vuruyor sürekli. Cehaletin getirisi olan hırçınlığı yaşıyor, bilir geçinen şarlatan.

Muhaliflerine lanet okuyor, hayasızca. Mezkur şarlatana muhalefet mi ettiniz, Allah(c.c)’a ve Resulüne muhalefet ve iftira etmiş oluyorsunuz. Söylemlerini, yorumlarını, açılımlarını kabul etmemek ile kalmayıp, iddialarını çürütecek deliller de getirenler, yandılar o an itibari ile; Allah(c.c)’a ve Resulüne iftira attıklarının yaygarasını koparıyor hemen. Ve bunu çok profesyonelce yapıyor. Muhalifleri ve ortamdakiler ‘Ne oluyoruz yahu’ gibi bir reaksiyon gösterir iken, konuyu hiç hissettirmeden çok farklı bir noktaya kaydırıyor, bu şarlatan.

Bundan belki de 3-4 veya daha fazla yıl önce, Hadis konusunda konuşur iken alıp yürüdüğü bir sırada, meseleye vakıf arkadaşlar hadis literatürü ve terminolojisinden bir kaç soru sordular bu şarlatana. Soru faslından, hafızamda çok belirgin şekilde kalanlar şunlar. Mütevatir hadis nedir ? Ahad hadis nedir ? Mütevatir ve ahad hadisler arasında ne gibi farklar vardır ve hangisi itikada delil olabilir ? Bu soruların sonrasında, hadis çeşitlerine vakıf olmadığını müşahede ettik. Bilmiyor olması problem değil, problem biliyor geçinmesi. Etrafına hadisleri kullanarak kan kusturan bir karakterin, en azından hadis çeşitlerini, kavramları, hadislerin tabi tutulacakları muameleleri bilmesi beklenir. Bu şarlatanda bilgi de sıfır, usul de sıfır lakin. O sohbetin son demlerinde de, soruları yönelten arkadaşları, hadis inkarcılığı ile itham etmişti müptezel. Münkirlik söz konusu olduğunda, kimsenin kendisine fark atamayacağının farkında değil halbuki. İslam ahlakının bariz münkirlerinden, bu şarlatan. O hadiseye şahit olduktan sonra ben de araştırdım şahsen. Soruları yönelten arkadaşların amaçlarının, işaret etmek istedikleri realitenin neler olduğunu çok daha iyi anladım hadis konusunu, az biraz da olsa tetkik edince. O arkadaşlar ‘Bu bilir geçinen şarlatanın söylemlerinden yola çıkıp ne tartışın, ne de bu gibilerden etkilenin. Öğreneceklerinizi salih kişilerden ve sahih kaynaklardan öğrenin’ gibi cümleler kurmuş oldular, soruları yönelterek ve elbette sonrasında sorduklarının mahiyetini tek tek izah ederek. Ve gonenli_ ali gibi şarlatanların ifsadını engellemek, bu nevilerin ifsad tezgahlarından korunmak istiyor isen, bir müslümanın bilmesi gerekenleri tahsil etmelisin en azından. Sana diyorum, evet!... Bu çok önemli. Seni ve etrafındakileri saptıramayacak bu tür şarlatanlar, izin vermeyeceksin buna, öğrendiğinde. Seni mat etmek için çamur taktiklerine başvurduğunda da, sakince, evet evet sakince ve kesinlikle hiç sinirlenmeden ‘Lan dangalak, karşında değil hadisi inkar eden, Allah Resulü ne demiş ise doğrudur mantığına ve şiarına sahip biri var, kaypaklık yapıp çamura yatma’ diyebilecek ve haddini bildirebileceksin, bilir geçinen şarlatana. Kızgınlığın ifadeleri telakki edilen ‘Lan dangalak’ gibi çıkışları sakince kullanmak ve sohbete devam etmek çok keyifli oluyor kimi zaman. Denemelisin, zırt pırt değil elbette, yerli yerince. Umarım, mezkur şarlatan da, en azından bahsi geçen kavramları araştırmış ve her birini gerektiği şekilde öğrenmiştir.

Diğer bir hadise ise iki hafta kadar önce oldu. Hadis terminolojisini incelediğimde; ravi, cerh ve tadil ilmi, adalet, rivayet zinciri gibi terimler ile karşılaşmış ve hadislerin güvenirliliğini tetkik noktasında sergilenen dikkate, sarf edilen efora hayran kalmıştım açıkçası. Yeri gelmişken; Allah(c.c), Peygamberimizin sözlerinin, dolayısıyla hadislerinin, orjinal şekilde ve katışıksız bizlere ulaşmasına vesile olmuş tüm Müslümanlardan razı olsun ! Amin !... Ravi ve rivayet zincirinin, hadislerin sıhhatinde (güvenirliliğinde) çok büyük bir rol oynadığını bildiğim için, dikkatimi çekmişti bir arkadaşın teklifi. Arkadaş, bilir geçinen gonenli_ ali’ye hitaben ‘Gönenli, bana ravilerini de sıralayarak, rivayet zinciri ile üç hadis oku, ben de senin fikirlerini benimseyeceğim’ şeklinde bir teklif getirdi, yazılı olarak. Bilir geçinen bıçkınımız, o hadis konusunda otorite imiş havasında ve nidasında davranan şarlatanımız, değil ravileri ile tek bir hadis okumak, ravilerin ehemmiyetine değinme ihtiyacı dahi duymadı ve her zaman yaptığı vechile, teklifi getiren arkadaşa saldırdı. Türlü türlü ithamlarda bulundu ve konuyu şirazesinden kaydırdı. Teklifi getiren arkadaş dinledi. Dinledikten sonra konuşma hakkını kullanarak, ravilerin önemine değindi, teklifindeki samimi amacı netleştirdi ve gonenli_ ali’yi Yaradana havale etti. Hadis noktasında, en önemli etkenlerden biri olan ‘ravi’ konusunda bile, çamura yatan birine şarlatan dememiz abartı mı sence ? Değil kesinlikle, emin olabilirsin bundan. Bilir geçinen herkes birer şarlatandır, konu ve içerik önem teşkil etmez. Tam olarak bu sebepten ötürü, şarlatananın tekidir gonenli_ ali.

Kibri had safhada, hiç kimse bilmiyor, anlamıyor, o biliyor. Müctehid imamlar olayı yanlış anlamış, bu tercümelerden yola çıkarak havada kapmış tüm konuları. Ben diyor sürekli, biz demiyor (Bu yazıyı okuduktan sonra dikkat edeceği konulardan biri de budur kanımca, ben yerine biz demeyi öğrenir umarım). Kibrini çok tabii bir durum ve kendinden bir parça gibi kabullenmiş, bütünleşmiş kibri ile artık; bildiğimiz kibir küpü çünkü. Bu anlamda ‘Sen Allah’ın dinini anlattığını iddia eder iken, kendi kafanda şekillendirdiğin İslam’ı anlatıyor gibisin’ denilebilir bu (tür) şarlatan(lar)a. Batıni (kalbi kibir, riya, haset, kin gibi illetlerden koruma metodlarını ihtiva eden) ilimlerin varlığından haberdar olmadığına kanaat getirebiliriz sanırım. Bugün sevdiceğim ile laflar iken, bir yandan da katıldığımız ortamı takip ediyor idim. Bombayı patlattı naylon muhaddisimiz. ‘Hadis konusunda sorunuz varsa, bana geleceksiniz’ minvalinde bir cümle yazdı. Ben cümleyi okuduğum anda gülmeye başladım, doğal olarak. ‘Aştı bu kendisini artık, baya aştı’ dedim hatta. Düşünebiliyor musun ? Şarlatan kendini hadiste otorite görüyor; sıfat hayalinin gelebileceği son nokta bu yahu. Hadis literatüründen ve terminolojisinden bihaber olan şarlatan, hadiste otorite sanıyor kendini. Yadırganacak bir durum değil aslında; bilir geçinen birine göre abartılı bir hayal, bir şizofreni değil bu. Lakin çok önemli bir husus var bu boyutta. ‘Biz senden bırak dini bilgi almayı veya hadis öğrenmeyi; biz senin gibilerden şahitlik dahi kabul etmeyiz. Zahmet edip, şahitlerde bulunması gereken, şahitlerde aranan vasıfları araştırmanı tavsiye ederim. Zerre haya duygusu kalmışsa bünyende şayet; araştırır iken okudukça utanacak ve kendini toparlamak için ilk adımlarını atacaksın gonenli_ ali’ diyoruz!..

Uslubunu ve sosyal zekasını toparlayacak olursak; ortama girdiğinde selam veriyor, sohbete müdahil olabileceği noktalar arıyor, noktayı yakaladığında müdahil oluyor, sakince başlıyor sohbete, muhalefet olmadığı sürece tatlı tatlı konuşuyor (güya); muhalefet başladığında hırçınlaşıyor, muhalifler çoğaldığında fokurdamaya başlıyor ve son kertede dayanamayıp basıyor tekfiri, okuyor laneti. Ya münafık oluyor muhalifi, ya kafir, ya da müfteri, hem de Allah(c.a)’a ve Resulüne iftira eden nevisinden. Bilir geçindiği için aşırı derecede cahil ve itici. İslam ahlakından nasiplenmemiş, edebin ne anlama geldiğini bildiği konusunda şüpheliyim. Zerre nasiplenmemiş ahlak esaslarından ve edepten. Bunlara rağmen, bilir geçinmesi, vazcayamadığı şarlatanlığından ve kibrinden ötürü. Firavun ile alakalı Ayetlerde, tebliğ metoduna referans getirilen, mulayemeti emreden bir Ayet var. Taha Süresi, Ayet 44’te mealen ‘İkiniz Firavun'a gidin; çünkü o, iyice azdı. Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitap edin. Olur ki aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir.’ buyurmuş alemlerin Rabbi. Hitabın muhatapları Hz. Musa ve Hz. Harun. Düşünsene yahu, firavuna dahi tatlı ve yumuşak sözle hitap edilmesini emrediyor Allah(c.c). Bizim şarlatan da, basıyor tekfiri, kin kusuyor; karşısındakiler ne ilahlık iddiasında bulunanlar, ne de İslam’ı inkar edenler. Rabbimizin firavuna reva gördüğü tatlı muameleyi, müslüman kardeşine reva görmüyor gonenli_ ali. Velev ki bidat ehli olsun muhalifi, velev ki cahil olsun, velev ki zihni türlü türlü hurafelere kurban düşmüş olsun; karşısındaki müslüman olmasına rağmen, mulayim davranmak bir yana, sevgi ve saygı hudutlarını dahi koruyamıyor gonenli_ ali. Evet, sık sık vurguladığım vechile, tam olarak bu yüzden şarlatanın teki, bu gonenli_ ali.

İmam Ebu Hanife’yi beğenmiyor, beğenmeyebilir, en tabii hakkıdır. İslami ilimlerden bihaber olmasına, eline geçirdiği bir kaç eser ile ictihad yapabileceğine ve tüm sorulara cevap verebileceğine inanmasına rağmen, begenmeyebilir İmam Ebu Hanife gibi müctehidleri; edep hudutlarında kalması şartı ile elbette. Bunu da koruyamıyor lakin. Kibir çok acımasızdır bünyede, ateşin odunu yaktığı gibi yakar insanın fıtratına verilmiş hikmeti. Nakletmek istediğim bir hadise var bu noktada, az önce zikrettiğimiz Ayet ile ilintili. Ebu Hanife oğlunun münazaralarda sergilediği tavırların, usule uygun olmadığını saptayınca, yasaklar oğluna, münazarada bulunmayı. Oğlu haklı olarak şaşırır ve ‘Baba, sizi de sık sık dini meseleleri münazara eder halde görüyorum. Bana neden böyle bir yasak getiriyorsunuz’ diyerek sorar İmam’a. İmam Ebu Hanife ‘Oğlum, biz münazaralarda, muhaliflerimizin imanı başlarının üzerinden her an uçup gidebilecek bir kuş imişcesine hassasiyet gösterir ve hakkı ortaya çıkarmak için mütalaa ederiz. Fakat sizleri münazaralarda muhalifinizi mağlup etmek adına çok hırçın davranır görüyoruz’ der ve son noktayı koyar. Oğlu Ebu Hanife’yi anlar, Ebu Hanife de oğluna nasihat etmenin hakkını vermiş ve sukuttan gelen onayı almıştır. Hadis sevdalısı ve hatta hadis otoritesi olduğunu sanan şarlatana, ahlak ve sosyal zeka ile alakalı hadisleri okumasını tavsiye ediyoruz, yeri gelmişken.

Mezhep ve müctehid konusunda sergilediği tutuma fazla değinmek istemiyorum. İlerleyen günlerde, özellikle müctehid ve ictihad kavramları kapsamında kaleme alacağım yazımda, gereken verileri ortaya koymaya çalışacağım zira. İlim erbabının, istişare, münazara, mütalaa gibi konulardaki temel amacı; batılı iptal, hakkı ortaya çıkarmak olmuştur hep. İlkokul talebesinin mühendis cakası satması ne ise, mezkur şahsın bilir geçinmesi de benzer bir trajikomedidir. Ayetleri konuşur iken, mealini okuyor ve bodoslama dalıyor açıklamaya; ne bir müfessirden naklediyor, ne de bir tefsir kitabını kaynak gösteriyor. Müfessir de kendisi, tefsiri de kaydediliyor kuvvetle muhtemel; sormak lazım, kendi konuşmalarını da kaydediyor mu acaba ? Hadislere de aynı muameleyi yapıyor, arada Buhari ve Müslim diyerek bahsediyor; sanki her ikisi de pampası. En çok da; hadisleri bizzat Peygamberimizden duymuş gibi aktarmasına bitiyorum. Ravi falan yok, direk almış gibi okuyor. İmam Malik’in hadis dersindeki adabını ve edebini okusa, nasiplenir mi acaba ? Biz yapsak bu hatayı ne ise, gonenli_ ali gibi kendini hadiste otorite sanan bir şarlatanın yapması manidar elbette. Sarf ve nahivi geçtik, arapça bilmemesine rağmen, tercümelerden yola çıkarak ictihad yapabileceğine, tercüme metinlerden hükümler çıkarabileceğine gerçekten inanıyor mu ? Bilemiyorum. Her ne kadar ilim erbabı olduğuna inanıyor gibi heyecan yapsa da, kandırılmış kanımca; şeytana, nefsine, etrafındaki dalkavuklara veya toptan hepsine aldanmış olabilir bu noktada; kim bilir, Allah bilir elbette!..

Müslüman olabilmek için Kelime-i Tevhid şart; önce kalben inanacağız Kelime-i Tevhid’e, sonra da dilimiz ile ikrar edeceğiz. Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadeti ikrar eder iken, Allah(c.c)’ın varlığını, birliğini ve kudretini tasdik etmeden önce ‘LAİLAHE’ diyerek kalbimizi tüm putlardan, ilahlık iddiasında bulunan canlılardan, insanlardan, şeylerden temizliyor, sonrasında da Allah’a iman ediyoruz. ‘Yoktur ilah, Allah’tan başka’ diyoruz. Bu bağlamda çok önemli bir kavram var, tüm müslümanları ilgilendiren. Tağut kavramı. İmanın sahih (sağlam) olabilmesi ve ilahi anlamda kabul görebilmesi için, öncelikle (tüm) tağutların inkar edilmesi gerekiyor; Kelamullah’ta bir çok Ayet ile bildirilmiş bu durum. Bakara Süresi, Ayet 256; Nahl Süresi, Ayet 36; Nisa Süresi, Ayet 76; Ahzab Süresi, Ayet 66-68; Nisa Süresi, Ayet 60. Bu Ayetlerde tağutların inkar edilmesi gerektiği ve tağutlara tabi olanların durumu bildirilmiş. Tağut kavramı; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil (karşı, ters) olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm icad eden varlıklar; haddi aşan; insanları Allah’a ibadetten alıkoyan herşeyin ortak ismi gibi anlamlar taşıyor. Bu kavramı idrak etmemiz, dünyadaki zulüme, sömürülere, aldatılmışlığımıza, istismarlara fikir bazında kafa tutabilmemizin ana rüknü mesabesindedir. Mezkur şahıs, bilir geçinen gonenli_ ali, bu kavramın iman noktasında önem taşımadığını iddia edebilecek kadar çıldırmış. Kuran’da geçen bu Ayetleri okumamış olacak ki, Allah’a ve Resulüne iftira atmak ile suçluyor, bu kavramı gündeme getirip izah eden Müslümanları. Hatta damgalıyor. Şarlatanın kısır döngü aklına göre, tağut kavramını gündeme getirenlerin alayı Hizbut Tahrirci. Basmakalıp zihniyetin, slogancı çocuklarından biri olan mezkur şahsa şarlatan dememizin bir sebebi de bu densizliği. Bilmemek ile kalmıyor, biliyor havasında tekfir ediyor, müfterilik ile suçluyor çok önemli verilere haiz bir kavramı gündeme getirenleri. Zulüme boyun eğdirten, her yöneticiyi bizdendir düşüncesi ile herhalukarda bağrına basan, sustukça ezilen, ezildikçe cahil kalan bir İslam toplumuna dönüştürdüler, İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanları. Bunu, tağut gibi kavramları unutturarak yaptılar. Tağut kavramını bilen, anlamını idrak eden, iman noktasında çok önemli bir kapsama sahip olduğunu öğrenen kitle(ler), cellatlarını sev(e)mez ve din adına sömürül(e)mezler. Tağut gibi kavramların gündeme gelmesinden rahatsız olan kişilerin hesapları İslam değildir kesinlikle. Dünya menfaatinin peşinde olanlar ve bilfiil Allah’ın hükümlerinin yerine kendi hevasını geçirmek isteyenlerdir, bu gibi kavramların gündeme getirilmesinden rahatsız olanlar. Bu şarlatanlar, dinimiz üzerinden ego bezirganlığı yapar iken, inandıklarını iddia ettikleri İslam’ı, en az İslam düşmanları kadar araştırıp sistematik şekilde öğrenebilseler, keşke. İnanç konusunda samimi olanlar, şarlatanlığı terkedip ‘yaşayarak’ örnek olmanın tadını ve kıvancını tadacaktır, öğrendikten sonra. Hal ile tebliğ, örnek olmanın, nasihatin, terbiye etmenin en doruk noktasıdır zira. Tıpkı Allah’ın Resulü, ahlakı tamamlamak için gönderildiğini beyan eden Hz. Muhammed(s.a.v) Efendimizin icra ettiği gibi.

Bilerek veya bilmeyerek sebep olduğu bariz fitneye gelince...

Müfessirler, Kuran-ı Kerim’deki hükümleri genel olarak ikiye ayırmışlar; muhkem ve müteşabih. Manası açık, ihtimalden beri olarak hükme varılan Ayetler, muhkem olanlar. Birçok manaya gelme noktasında ihtimal bulunan Ayetler de, müteşabih olanlar. Ve Al-i İmran Süresi’nin 7. Ayeti. Ayet’te mealen ‘(Habîbim) sana Kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır (temelidir). Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) onun te'vîline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar. Halbuki onun te'vilini Allah’tan başkası bilmez, ilimde yüksek payeye erenler ise: Biz Ona inandık. Hepsi Rabbimiz katındandır» derler. (Bunları) salim akıllardan başkası iyice düşünmez’ buyuruluyor. Her Ayet’te olduğu gibi, mezkur Ayet’te de çok önemli bir haber var. Tehlike önceden bildiriliyor ve uyarılıyor. ‘Biz Ona inandık. Hepsi Rabbimizin katındandır’ dememiz kafi, müteşabih Ayet söz konusu olduğunda. Kalemime doladığım şarlatan, namıdiğer gonenli_ ali, bu Ayeti biliyor, anlamıyor lakin. Yılları aşkındır sahip olduğu takıntısından ve saplantısından olsa gerek, anlamıyor evet. ‘Bu kadar da olmaz’ dedirten türden takıntısı. Nerede boşluk bulsa, direk lafa giriyor ve Taha Süresi’nin 5. Ayet’ini gündeme getirerek konuşmaya başlıyor.

Taha Süresi, Ayet 5:

الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى

Ayet’in muhtelif mealleri:
  • O Rahmân Arş üzerine istivâ buyurdu.
  • O Rahman olan Allah Arş üzerinde oturuyor.
  • O çok esirgeyici (Allahın emr-ü hükmü) arşı istîlâ etmiştir.
  • Rahman (olan Allah) arşa istiva etmiştir.
Cümleler hep aynı, her defasında. Müslümanlar lafı uzatmadan ‘Biz, Ayet’e Rabbimizin murad ettiği şekilde inandık’ dedikçe, ‘Hayır, bu Ayet’e benim inandığım gibi inanacaksınız’ diyor ve başlıyor kafasına göre tevil etmeye. Tevil etmemesi noktasında uyarıldığında da, çamurlaşıp ‘Tevili siz yapıyorsunuz’ diyor. Allah’ın mekandan münezzeh olduğuna inanmamız tevil ve hatta Ayet’i inkar bu şarlatana göre. Kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ı, mekan gibi bir ihtiyaçtan, eksiklikten tenzih etmemizdeki inceliği anlayamayacak kadar müptezel, bu şarlatan. Müteşabih Ayetlere tevilsiz iman edenler cenahındanız, biz. İmam Malik, Arş üzerinde istiva’dan sorulunca ‘Allah’ın Arş üzerinde istivası malumdur, keyfiyyet meçhuldür. Bundan sormak bidattir. Bu Ayet’e inanmak ise vaciptir (farzdır)’ diyerek çok güzel bir cevap vermiş. Adı İmam Serahsi, anlatıldığına göre Mebsut isimli eseri talebelerine ezberinden yazdırmış. Araştırdım da, tercüme edilmiş bu eser ve türkçesi 30 cilt. Zalim sultana kafa tuttuğu, zalim sultanın istediği fetvayı dine aykırılığından ötürü vermediği için yıllarca kuyu hapsine maruz kalmış bir zat, muhlis bir alim. İmam Serahsi de ‘Ehli Sünnet vel Cemaat, nassla, yani kati Ayetler ve kesin delaletlerle bilinen aslı ispat ettiler, sıfatların aslını ispat ettiler, fakat müteşabih olan keyfiyeti üzerinde ise bir şey söylemeyip sustular. Bununla beraber sıfatların keyfiyetini aramakla meşgul olmayı caiz görmediler. Nitekim Yüce Allah(c.c), gerçek bilgi sahiplerini şu şekilde vasıflandırmaktadır’ demiş ve Ali İmran Süresi’nin 7. Ayetini delil getirmiş; tam isabet!...

Ve şarlatana seslenerek...

‘Ey şarlatan, hal böyle iken, mütemadiyen sebep olduğun fitneyi fark etmez misin sen ? Bre gafil, İslam coğrafyasında oluk oluk kan akar iken, insanları müteşabih Ayetleri tartışmaya sürüklemek ile neyi amaçlamaktasın ? Bre müptezel, müslümanların izzetini ayağa kaldırmak ve dünyadaki zulmün durması için neler yapmaktasın ? Sen dini tebliğ kisvesi altında kendi takıntını tatmin peşinde olduğunu görmez misin ? Sen din kardeşlerini, sırf sana muhalefet ettikleri için tekfir etmekten haya etmez misin ? Sen birlik ve beraberliğin böyle şarlatanlıklar ile alan-talan olduğunu bilmez misin ? Bre riyakar, bre kibir kurbanı, sen sanal imkanların ardına sığınarak kalp kırar, insan incitir ve kardeşlerinin hakkını tarumar eder iken, hesap gününün bir gün gelip çatacağını düşünmez misin ?’ gibi sorular soruyoruz.

Daha fazlası sorulabilir bu gibi tiplere. Daha da derinlere vurularak netleştirilebilir bu gibi vakaların, hastalıkları ve problemleri; daha da önemlisi amaçları. Yıllardır kendisine nasihat edilen, her defasında aynı hatalarından ötürü uyarılan, her seferinde aynı tutum ve davranışları sergileyen, İslam ahlakından yoksun, tebliğ metodlarına ihanet edercesine saldıran, İslam Hukuku’nun delillerinden Kuran ve Sünnet’i şahsi silahı gibi kullanan, bilir geçinen, tekfir konusunda kendisini otorite gören, kibrini doyurmak için çırpınan bir şarlatan olduğu için aldım kaleme, gonenli_ ali’yi.

Mezkur şarlatanın ve benzerlerinin tek derdi, haklı çıkabilmektir, hakkı ortaya çıkarmak değil!..

Bu teşhir neden ? Geçmiş paragraflarımın birinde de zikrettiğim üzere; İslam öğretisinin temel bilgilerine hakim olan veya hakim olmayan, İslam’ı kapsamlı şekilde öğrenmiş veya öğrenememiş samimi müslümanları, bu tür fitnelerden ve cehaletten bir nebze de olsa koruyabilmek adına. Farkındalığımızı dillendirip, gözlemlerimizi çevremize aktararak uyarabilmek adına bu teşhir.

Bu tür şarlatanları ciddiye almaya devam ettiğiniz sürece, palazlanacak ve bulandırmaya devam edeceklerdir. Kendi hallerine bırakın, muhatap olmayın; ekseni kaydırıp fitneye sebep olacak konulara temayül ettiklerinde konuşturmayın; susturma lüksünüz yoksa ortamını terk edin. Gerekli donanıma sahip ve bilgili, birikimli iseniz; nokta atışlı yapın mücadelenizi. Gerekli donanım ile kuşanmış iseniz; öncelikle bu nevi şarlatanların toplumu zehirlemesine engel olun, sonrasında da şarlatana nasihat edin. Nasihat edin ve bırakın. Nasihat, ilahi rıza gözetilerek yapıldığı sürece makbuldur zira. İslam ahlakına mugayir hareket etmeyin; bu şarlatan ve benzerleri sizi buna tahrik etse de, asla o tuzağa düşmeyin. Unutmayın; İslam üzerinde şaibeler oluşturmak için seferber olmuş binlerce, milyonlarca tiniyet ve zihniyet var iken, İslam’ı tebliğ konusunda, hiç kimseye prim verecek davranışlarda bulunmayın.

Ve...

Son tahlilde, şarlatana ve benzerlerine yönelik tavsiyelerimiz; psikolojik tedavi görmek için terapilere başvurmaları, tedavi sürecinden sonra da güvendikleri ve edebinden sual olunmayacak bir alimin, bilirkişinin dizinin dibine oturup sistematik bir şekilde ilim tahsil etmeleridir.


Bilgi kirliliğine mağlup düşmemek ve hakikate uygun gelişmelere ulaşabilmek ümidi ile...

1 Mayıs 2015

Aynada Aranan Adalet

Herkesin elinde bir adalet ibresi, herkesin elinde bir insanlık çizelgesi. Herkes kendince on numara; diğerleri ya birer sıfır, ya da bir kaç basamak aşağıda. Herkes topu birbirine atıyor; suça gelince kendimizi soyutluyoruz hemen. 'Şu partiyi destekleyen dinsizdir'; 'X partili isen kesin hırsızsın'; 'O partiye oy veren haindir' gibi tanımlamalar yakıştırıyoruz birbirimize. Aslında tanım değil hiç biri. Hepsi birer slogan. Hepsi birer damgalama. Hepsi birer baskı ! Hepsi birer önyargı, hem de basmakalıp olanından. Halbuki Cemil Meriç’in de dediği gibi, önyargı en büyük düşmanımız. En çok ihtiyaç duyduğumuz da diyalog, monolog takılmanın zıddı. İletişim kuramıyoruz, muhatabımızı iki cümlede çözüyor ve yapıştırıyoruz damgayı çünkü. Bir kıl, tüy bildiğimiz yok halbuki. Söz konusu olan yönetim ise; en büyük marifetimiz fanatik olmak. En büyük sahtekarlığımız da, kendi menfaatlerimiz adına muhaliflerimize necaset atarak kendimizi aklamaya çalışmak. Kimden mi bahsediyorum ? Ya senden, ya da senin parçan olan yakın çevrenden; baksana etrafına az biraz !
Kendimi bildim bileli sevemedim sloganları, klişeler üzerinden yapılan damgalamaları ve basmakalıp önyargıları. Sloganlar, cahil bırakılmış toplumlara sunulan güdüm azığıdır zira. Damgalamalar, psikolojik yönlendirmelerin en çok başvurulanlarındandır mesela. Önyargılar da, toplumu bölük-pörçük eden zihin fitnelerindendir. ‘Ezan okunur iken rakı içiyorum’ gibi bir cümle ile muarızlarını tahrik etmeye çalışan dingil ve ‘Mini etek giyen kadın fahişedir’ damgasını elinde tenasül uzvu gibi tutan denyo sloganların ürünüdür. Baskı altında olduğunu iddia ederek, bastırmaya çalıştırmaktır slogan kültürü. Ve bireye, kendisinin ne ‘mal’ olduğunu unutturacak kadar da harmoniktir slogandaki etki. Bilgisizliğin, cehaletin, ne dediğini bilmezliğin neticesi, tek çaresi ve silahıdır slogan kültürü. Büyük çoğunluğu müslüman olan bir ülkede, aynı şekilde büyük çoğunluğu müslüman olan bir kalabalığa ‘Kahrolsun şeriat’, daha açık anlamı ile ‘Kahrolsun İslam’ gibi laflar ettirecek delilikte ve sahtekarlıktadır slogandan beslenen zihniyet. 15 yıl öncesine kadar iktidarda bulunan partilere ve tiniyete muhalif olan ve icraatları tenkit edenlerin İran’a gönderilmesini telkin eden slogan kültürü, bugünün muhaliflerine ve iktidarın icraatlarını tenkit edenlere karşı da ‘İşinize gelmiyor ise, Fransa’ya ve benzeri ülkelere gidin’ dedirtmektedir. Hangi kitleden olduğunuz umrumda değil; beni ilgilendiren kurulan tezgah ve tezgahtan nemalananlar olmuştur hep. Slogan atan aynı toplum; sloganları belirleyen ise gücü elinde tutan(lar). Daha dün farklı fikirde olanları ülkeden ihraç etme hakkını kendinde bulanlar, bugün kendilerine atılan benzer sloganı bağnazlık, despotluk addediyorlar. Ve aynı dünde kendilerini ülkelerinden ihraç etmek isteyenlere ‘Bu ülke bizim de vatanımız’ diyenler, bugün muhaliflerine aynı şekilde mukabelede bulunmayı kendilerine hak görüyorlar. Adaletin tanımı, kişiden kişiye, iktidardan iktidara değişiyor ve göreceleştiriliyor adeta. Bize böyle bir paradoks yaşattığı için sevmiyorum, sevmedim ve asla sevemeyeceğim sloganları. Ve en önemlisi. Kutuplaşmaların ana tohumu sloganlar ile atılır. Yaşamıyor musun bunu, izlemiyor musun bu filmi ülkemizde yıllardır ?

Ne adına, neyin hesabına ötekileştiriyoruz diğerlerini ? Doğruluk, adalet gibi kavramları kullanarak dışlıyor, suçluyor ve hakir görüyoruz ötekileri. Hepimiz adalet istiyoruz (güya) değil mi ? Doğruluk istiyoruz, yöneticiler temiz olsun, tamahkâr olmasın istiyoruz değil mi ? Evet evet, hepsini istiyoruz, özellikle de adalet istiyoruz, katışıksız. Doğrudur, insanoğlu yaşayageldiği sürece adalet gibi kavramlara müstesna, apayrı bir değer vermiştir hep. Kendi algımızca, bizce adalet istiyoruz lakin. Beş altı satır öncesinde vurguladığım gibi, dehşet derecede göreceleştirdik adaleti. Adaletin tanımı söz konusu olduğunda ‘Neye göre, kime göre adalet’ gibi sorular ile karşılaşıyoruz. Nedir bu adalet ? Çok mu önemlidir ? İktisadi, ictimai, hukuki ve ahlaki boyutlarda da rol oynar mı ? Bu ve benzeri sorular geliyor insanın aklına behemehal, yoğunlukla kullanılan ve üzerinde durulan bir kavram bahis konusu olunca.

Evet, nedir bu adalet ?

Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre dört anlamı, tanımı var.
  • Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, türe.
  • Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme
  • Bu işi (adaleti) uygulayan, yerine getiren devlet kuruluşları
  • Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluk


Osmanlıca’da zulüm etmemek, herkese hakkını vermek ve layık olduğu muameleyi yapmak gibi tarifler mevcut. Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi isimli eserinde denkserlik, tüze şeklinde tanımlamış adaleti. Tüze kavramını da, ‘insanların birbirini sömürmemesi’ olarak izah etmiş. Ve  ‘Toplumsal bir olguyu doğru ve haklı görüp korumaya çalışma, sınıfsal açıya göre değişir’ diyerek çok önemli bir ayrıntıyı eklemiş. Adalet kavramının, kişiden kişiye değişebileceğini ortaya koyan bir tanım. İnsanın insanı sömürmemesi güzel bir tanım. Yasalarla sahip olunan hakların önü açık; yasaların neye göre ve kim tarafından dizayn edildiğine bakıyor olay. Hak ve hukukun sınıfsal açıya göre değişmesinin bir başka şekilde ifade edilişi, yasaların dizaynının insan tarafından ve salt aklı baz alarak yapılması. Genel anlamda; hakların, hak sahipleri tarafından kullanılması veya hak sahiplerine iade edilmesi gibi tariflerde birleşir tüm sözlükler. Kafamı kurcalayan sorular var bu noktada. Bizim haklarımızı ve sorumluluklarımızı kim belirliyor ? Bunu en iyi kim belirleyebilir ? Hak ve sorumluluklarımızı en iyi bilebilecek ve tayin edebilecek bizleri yoktan var eden değil midir ? Hak ve sorumluluklarımızı diğerlerinin hudutlarını, özgürlüklerini tahrip etmeden dizayn edebilecek yegâne hakimiyet sahibi Yaradan değil midir ?  Akıl melekemizin, son iki soruyu evetleyerek cevaplaması kaçınılmazdır. İster nefsimize hoş gelsin, ister nefsimizin hoşuna gitmesin; hakikat bu. Bu bağlamda İslam terminolojisine de başvurmak gerekiyor, adalet kavramına yüklenen anlamı yakalayabilmek için. Çeşitli tarifler getirilmiş. Doğruluk, doğru davranış. Dinen yapılması tehlikeli olan şeyden kaçınmakla beraber dosdoğru olmak. Dinen emrolunduğun gibi doğru olmak. Din ve akıl yönünün, heva ve şehvete üstünlüğü. Büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günahlar üzerinde ısrar etmemek. Haksızlığın zıddı. Zulmün zıddı. Bu ve benzeri tarifler, betimlemeler getirilmiş İslam terminolojisinde. Beni çok etkilediği gibi, tüm tarifleri açık bırakmayacak şekilde kısa bir cümlede toplayan bir betimleme var. ‘Adaletten murad, ALLAH(c.c)’ın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır’ diyen İmam Şafii’nin tarifi, en çok hoşuma giden. Her konuda; bireysel hak ve sorumluluklarımızda, sosyal yaşantımızda, sosyal paylaşımlarımızda, iletişimlerimizde, yönetimlerimizde; hepsinde her işimizi ALLAH(c.c)’ın emrine uygun şekilde yapmak evet. Adalet kavramının tanımının doruk noktası bu. Ne göreceli, ne de tevile açık. Tüm insanlığı; sınıf, ırk, makam, zenginlik, fakirlik gibi vasıflarından ötürü ayrıma tabi tutmaksızın kapsayacak kadar da sağlam bir tanım İmam Şafii’nin getirdiği.  Toparlayacak olursak; adalet, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini, insan-eşya ilişkilerini ve iktidar sahipleri ile insanların münasebetlerini ALLAH(c.c)’ın indirdiği hükümlere göre düzenlemektir.

Sözde veya samimi şekilde, adalet istiyoruz hepimiz. İstemek hakkımız mı ? Olamadığımızı, başkalarından istemek gibi bir hakkımız var mı ? Yöneticilerimiz uzaydan mı geldi ? Sen, ben, onlardan ibaret değil mi, devlet erklerinde oturan yöneticiler ? Biz ister iken, kendimize bakmıyoruz.

Kendimize dönüp bakmadığımız için de çok önemli bir realiteyi kaçırıyoruz...

Yeryüzüne gönderilen son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)’in asırlar önce ortaya koyduğu siyasi bir tespit, gerçek var. ‘Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz’ buyurmuş Hâtem-ül Enbiya Hz. Muhammed (s.a.v). Yaşadığımız bölgede iktidarı elinde tutan yöneticiler hırsız mı ? Biz de hırsısız demektir. İhaleye fesat mı karıştırıyorlar ? Biz de menfaatperestiz demektir. Zulüm mü ediyorlar ? Biz de zalimiz demektir. Biz ne isek, yöneticilerimiz de o; yöneticilerimiz ne ise, biz de o. Yönetici-teba(yönetilen, itaat eden, tabi olan) ikilisi, birbirinin aynası çünkü. Biz, bir çok konuda olduğu üzere; bize gönderilen Peygamber Efendimize bu konuda da kulak vermemişiz. Dejenere olmuşuz. Dünya metası ile kandırılmışız, dünyanın bir imtihan arenası olduğunu unutup kendimizi metaya kaptırmışız; kendimize dönüp bakmadan yöneticileri(mizi) suçluyoruz. Kendimizi düzeltmeye yanaşmamak ve yöneticilerin hırsızlıklarını, dolandırıcılıklarını, zulümlerini esas alarak suçlamaya devam etmek, aynadaki yansımamız ile kavga etmekten başka bir şey değildir!.. Aynadakini değil, kendini düzelteceksin. Böyle bir durum sonrasında, aynadakinin eli düzelmeye zaten mahkum, alternatifi yok; ya yok olacak, ya da düzelecek. Ülkemizdeki siyasetin kirlenmişliğinden konuşuyoruz sürekli. O siyaseti kirleten bizleriz. Bir ülkenin başarısı da, ayıbı da, tüm dünyayı hayrete düşürecek hamleleri de, yine o ülkenin insanının ürünüdür, sadece yöneticilerin değil.

Şöyle ki...

Fatih Sultan Mehmet değildir, İstanbul’u fetheden. Fatih Sultan Mehmet ve tebasından oluşan tek yürek, tek yumruk, yek bedendir İstanbul’un fatihi. Oryantalist yayınlar da olmak üzere bir çok tarih mecmuasında aktarılan bir hadise vardır, Fatih döneminde Osmanlı topraklarında yaşanan. Fazla detaya girmeden, yüzeysel bir şekilde aktarmaya çalışacağım. Osmanlı topraklarında yaşayan tebalardan biri, padişahın (Fatih Sultan Mehmet’in) kendisine haksızlık yaptığını düşünerek mahkemeye başvurur. Başvurulan mahkemede görevli Kadı, olayı inceledikten sonra, dava açılabilecek şartların yerine geldiğini tespit eder ve araştırmaya başlar. Ardından davacıyı (şikayetçi olan tebayı), davalı olan Fatih Sultan Mehmet’i huzura çağırır ve muhakemesini yaparak kararını açıklar. Fatih’in aleyhine, tebanın lehinedir, verdiği karar; adalet bunu gerektirmektedir zira. Fatih Sultan Mehmet, kararı olgunlukla karşılar ve kabul eder. Kadı, muhakemenin neticelenmesi sonrasında yanında duran topuzu eline alır ve Fatih’e dönerek ‘Eğer padişahlığına güvenip de verilen karara karşı çıksa idin, şu gördüğün topuz ile başını ezer, seni öldürürdüm’ der. Fatih gülümser sevinçle. Kılıcını kınından çekip kadıya göstererek ‘Şayet sen de benim padişahlığıma aldanıp farklı bir karar verse idin, ben de senin kafanı kılıcım ile koparırdım’ şeklinde mukabelede bulunur. Üç karakter, üç kahraman vardır bu olayda. Biri makamına güvenmeyen, sığınmayan ve adalet karşısında herkesin eşit muameleye tabi tutulması gerektiğini bilen, savunan Fatih Sultan Mehmet. Diğeri makamının hakkını veren, adalet söz konusu olduğunda üst-ast gibi ayrımları esas almayan, gerektiğinde padişaha dahi diz çöktürebilecek cesareti gösteren Kadı. Bir diğeri ise, bu olayın tarihe geçmesine vesile olan, hakkını meşru yollardan arayan, padişahı adalete şikayet edebilecek kadar yürekli olan teba. Böyle olayların tekerrür etmesi için, bu üçlünün sözünü ettiğimiz vasıflar ile donanmış olması şart. Kısaca; ‘adalet budalası’ olmaları, olmazsa olmazlardan. Hiçbiri topu diğerine atmıyor, üzerine düşeni yapıyor. Evet, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet değildir. İstanbul’u bu üçlü (kombinasyondan oluşan toplum) fethetmiştir. ‘Sen hangisi isen, üzerine düşen payı da ona göre al’ demeyeceğim. Sen hepsisin, sen her birisin !.. İddian varsa bir hastalığa dair, kendini tedavi etmelisin öncelikle. Sen nasılsan, seni yöneten de öyledir çünkü !.. Adil yöneticiler gökten inmeyecek. Adil yöneticileri yetiştirecek anneler nerede ? Adil yöneticilere doğduğu andan başlamak kaydıyla örnek olacak babalar nerede ? Adil yöneticileri yetiştirmeden, onları yetiştirecekleri yetiştirmemiz gerekiyor. İşimiz çok, afaki işlerle uğraştığımızdan dolayı da zamanımız yok !...
Daha öncesinden de çarpıcı ve bir o kadar da mantıklı bir yaşanmışlık, örnek var. Haccac, yaşadığı dönemde zulüm rüzgarları estirmiş biri olarak kaydedilmiş tarihe. Yaptığı zulmü tenkit edenlerden biri Haccac’ın yanına gelir ve Hz. Ömer’in adaletini gündeme getirerek nasihat eder. Haccac dinler. Dinler iken sadece Hz. Ömer’i anımsamaz, o dönemin insanlarını da hatırlar ve ‘Siz Ömer zamanındaki insanlar olsaydınız, hiç şüphesiz ben de Ömer olurdum’ der iç geçirerek. Tarihe adalet timsali olarak not düşülmüş bir isimdir Hz. Ömer. ‘Dicle kenarında bir kurt kuzuyu kapsa, ilahi adalet bunu Ömer’den sorar’ diyebilecek derecede üstlendiği görevin şuurunda olan karakter. Haccac’ın ve benzerlerinin zulmünü meşrulaştırmanın peşinde değilim kesinlikle; zulüm zulümdür. İşlenen suçun, yapılan zulmün pay sahiplerini netleştirmenin peşindeyim. O yüzden herkes üzerine düşeni yapmalı, beklenti hakkına sahip olabilmek için.

Hepimizi bağlayan, bizi adaleti sağlayacak bireylere dönüşmekten alıkoyan, etrafımızı örümcek ağı gibi sarmış bazı fiillerimiz var. Bu fiillerimiz adaleti zaafa uğratmak ile kalmıyor, kendimizi tedavi etmemizin önünde büyük bir engel teşkil ediyor. Gözlemlediğim kadarı ile altı ana başlıkta incelenebilecek türden, zikrettiğim engel fiiller.

  1. Bilgisizlik, Bilgi Kirliliği, Bilmediğini Bilmemek: Okumayı sevmiyoruz. Araştırmanın ne olduğuna dair en ufak bir fikrimiz yok. Kendimizi tanımlamak için seçtiğimiz terimlerin ne anlama geldiğini bilmiyoruz, boynumuza takıp etrafta caka satıyoruz. İman ettiğimizi söylüyoruz, iman etmiş gibi yaşamaya karşı çıkıyoruz. İnandığımız kitap ‘Oku’ diyor (yaygın olan rivayetlere göre, Kuran’ın ilk emri bu Ayet hatta), biz okumayı zaman kaybı görüyoruz, okuyana da ‘Onu okuma, bunu okuma’ diye parsel çekiyoruz. Konuşmaya gelince, aksine hiç susmuyoruz. Belirli ideolojileri kutsamak adına, inancımızın gereklerini öğrenmeye yanaşmıyoruz, yanaşana da ‘Çok derinlere dalma’ gibi laflar ediyoruz. Cahil bırakıldığımızın farkında değiliz. Bilmiyoruzluğumuzun en acı boyutu da, aslında hiçbir şey bilmediğimizi bilmiyor olmamız ve bunu bir türlü kabul edemememiz.
  2. Şahsi Kanaatlerimizi ve Aklımızı Putlaştırmak: Fikir sahibi olabiliriz, o konuda gereken bilgiyi almış ve tecrübelerimiz neticesinde birikim sahibi isek. Bilgisiz fikir olabilir mi ? Var işte arkadaşım, bizde fikir tornadosu var bilakis; beyin jimnastiği de ne imiş. Herhangi bir mesele ile karşılaştığımızda, duraksayıp ‘İslam bu konuda ne diyor, Yaradan bu husus ile alakalı bir şey bildirmiş mi, emretmiş mi veya yasaklamış mı ?’ gibi sorular sormuyoruz. Bu soruları sormayı bize unutturduklarını da bilmiyoruz. ‘Aklımız var sonuçta’ diyerek yola çıkıyor ve şahsi kanaatlerimizi putlaştırarak adaletin kaynağı sanıyoruz. Çok büyük bir yanlış içindeyiz halbuki; insan için adaletli olanı, insanı yaratandan daha iyi bildiğimiz evhamını yaşıyoruz, aklımızı putlaştırır iken. Akıl, insana, gönderilen vahyi anlayabilmesi ve tabi tutulacağı imtihanda seçme yetisini kullanabilmesi için verilmiştir. Bu anlamda; vahiy ışık, akıl da gözdür. Işığın olmadığı yerde, değil iki, oniki gözünüz de olsa, hiçbir şey göremezsiniz. Işık var, gözünüz yoksa, yine göremezsiniz; bu durumda insan akla sahip olmadığından dolayı mükellef değil zaten.
  3. Hevalarımızı İlah Edinmemiz: Heva kelimesi, nefsin şehvete ve kötü isteklere eğilimi, keyfe düşkünlüğü, insanı doğruluktan saptıran kötü duyguları gibi anlamlar taşıyor. Hevaları ilah edinmenin temelinde, ilahi tüm hükümleri reddetmek yatmaktadır. İnsan, kendini ilah görür ve her istediğini gerçekleştirmek ister. Toplumumuzda; mitoloji adı altında, Olimpos dağının çocuklarının edindiği tanrı isimlerini, müstear isim, rumuz ve künye gibi kullanma temayülü bundandır maalesef. Hevaya tabi olmak, insanı hidayetten uzaklaştırır ve zulmü meşru görmesini sağlar. Heva, insanda görülebilecek hayvani ihtiras ve şehvetleri bir kelimede toplayan terimdir son kertede.
  4. Sosyal Hastalıklar: Şahsi menfaat temini, birilerine yaranma duygusu, akrabalık asabiyeti, ırk asabiyeti, sosyal şizofreni, ideolojik tarafgirlik gibi durumlar adaleti zaafa uğratan cinayetlerdendir. Çevremize baktığımızda, güneşin doğma sebebinin kendisi olduğunu sanan bir çok sosyal şizofreni vakası ile karşılaşabileceğimizi söylemek mümkün maalesef. Güneşin kendisi için doğduğunu sanan patalojik vakanın, anomi hastalığına tutulması doğal bir neticedir. Saydığım ve diğer bir çok sosyal hastalıklar(ımız) adaleti değil uyarlamamıza, düşünmemize dahi engel olmaktadır.
  5. Kin, Kıskançlık, Hased, Adavet Gibi Duygular: Sosyal hastalıkların yaygın olduğu toplumlarda, kin, kıskançlık gibi duygular da çok yaygındır. Özellikle de kıskançlığın sebebi veya neticesi olan adavet, diğer bir adı ile düşmanlık duygusu. Adalete engel teşkil eden batınî duygularımızın anlaşılmasını sağlayacak güzel bir örnek verebiliriz. Herhangi bir şehrin, herhangi bir mahallesinde oturan bireyin yanına gelinir ve ‘Şu an bizden ne ister isen, istediğinin iki katını komşun da alacak veya yaşayacak’ denilir. Kıskançlık, hased, adavet gibi duyguların içinde yüzen birey biraz zaman vermelerini ve yarın gelmelerini söyler. Gece boyunca düşünür, kaşınır, zaman zaman da odadan odaya taşınır. Kararını vermiştir artık; kendisinin bir gözünün çıkarılmasını isteyecektir. Bu vesile ile komşusunun da iki gözü çıkarılacaktır. Duyamadım ? Abarttığım gibi bir şeyler mi söyledin şimdi sen ? Gözlerini aç ve kendine bak, yetmiyor ise etrafına bakın. Bizi anlatıyorum, bizi!..
  6. Farazi Entelektüellik, Aydınlık: Bitiyorum arkadaşım bu havalara. Dine küfretmeyi, her konuda, insanlığın ortak paydaları da dahil her konuda aykırı davranmayı marifet sayan ‘elit kepazeler’ güruhu. Bunlar hiç ölmeyeceklerini sanan, günahları yaygınlaştırmak için her bir organlarını –cinsiyet ayrımına karşıyım bu noktada- paçavraya çeviren solucan ve sürüngenler serisi. Aydın (geçinen) kesime gelince; kıyasıya modernizmi savunur iken, modernizm safsatasının gölgesinde yapılan zulümleri de aydınlığın bir parçası olarak göstermekten geri durmazlar. Aydınlığın imparatorluğunu kurmak için yapılan her hamle mübahtır, bunlara göre. Şahsi kanaatler tek hakikattir bu naylon aydınlar için. Adaleti göreceleştirme noktasında ayrı bir meziyet sahibi olduklarını inkar etmemiz mümkün değildir kesinlikle.
Bu tür hastalıklar ile boğuşuyoruz. Hastalıklarımızın farkındayız veya değiliz. Kendimizi tedavi etmeden, sorumluluktan sıyrılmak ve kendimizi vicdanen kurtarılmış bölgede hissedebilmek için tüm suçu yönetici takıma fırlatıyoruz. Bu çözüm değil kesinlikle. Bu şekilde hareket etmek bizi koyunlaştırır. Sorumluluk üstlenmek değil işaret ettiğim; bu sorumluluk bize zaten verilmiş, yaratılışımız gereği. Sorumluluğumuza sahip çıkalım ve tedaviye öncelikle kendi bünyemizden başlayalım. Kendimizi tedavi edelim; sonrasında da tedavi edilmiş bünyemiz ile de diğerlerini tedavi etmeye çalışalım. Kırmadan, incitmeden, hor görmeden, küçümsemeden ve ötekileştirmeden. Bizim, uzun bir süre cahil bırakılmış, kimliği unutturulmuş, türlü türlü asabiyetler ile beslenmiş, üzerinde hala oyunların kurulduğu bir toplum olduğumuzu unutmayalım. Önce kendimizi uyandıralım, sonra en yakınımızdakini; ardından da ulaşabildiklerimizi. Tıpkı ‘Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz’ esasını ortaya koyan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) toplumu iyileştirme işini icra ettiği gibi!..

Yeryüzünde adaletin gerçekleşmesine engel olmak, azabı elim olan bir fısktır. Kendimizi düzeltmediğimiz sürece, yeryüzündeki adaletsizlikte payidar olduğumuzu unutmayalım katiyyen. ‘Olimpos dağının çocukları, Hira dağının çocuklarını asla kabul etmeyecektir ‘ diyor kendi insanını, yaşadığı toplumu ve dünyayı çok iyi okuyabilen Cemil Meriç. Mekke sokaklarında dolaşan Olimpos dağının çocukları, Peygamberimize risaleti öncesi ve sonrasında ‘El-Emin’ sıfatını yakıştırıyor ve güvenirliliğini itiraf ediyorlardı. Buna rağmen, getirdiği ilahi düzeni reddediyor ve kabul etmiyorlardı. Onlara göre adalet; onların üstünlüğünü ve zenginliğini sağlayan, besleyen sisteme göre dizayn edilmiş adaletti çünkü. O dönemin meclisinde, kendi hevalarına göre oluşturdukları kanunları, kuralları reddetmek zorunda idiler, Peygamberimizin getirdiği dini, yaşam stilini kabul etmeleri için. Olimpos dağının o günkü çocukları, kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı; bugünkü çocukları ise kadını meta olarak kullanıyor, reklamlarda promosyon amaçlı çıplaklaştırılan kadınlar gibi mesela. Zulmü tercih edip adaleti ellerinin tersi ile iter iken Allah’ın Rasulünü türlü türlü iftiralar ile yıldırma yoluna başvurdu Mekke sokaklarında yaşayan Olimpos dağının çocukları. Bugün, ya Olimpos dağının çocukları olacağız, ya da Hira dağının evlatları; ortası yok bunun. Hira dağının evlatları olursak, tedavi olabileceğimiz kesin. Hira dağının evlatları olmamıza rağmen, Hira dağının eteklerinde Olimpos dağının çocuklarına şirin görünmeye çalışırsak, kaybedenlerden oluruz; zelil bir şekilde üstelik. Hira dağının çocukları isek; dosdoğru olacağız, Hira dağına inen vahye ‘İşittik ve itaat ettik’ diyerek teslimiyet göstereceğiz; hem ikrarımız, hem de icraatlarımız ile. Bunu yapamıyor isek, Olimpos dağının çocuklarıyız demektir. İstediğimiz kadar iddia edelim Hira dağının evlatları olduğumuzu; iddiamız ile ikrarımız, iddiamız ile icraatlarımız uyuşmadıkça, Hira dağının kokusunu dahi alamayız ve zalim sistemin dişlileri olmaya devam ederiz.

Adil birer insan olabilmemiz ümidi ile...